Amerika Kürtleri sattı mı ya da “Rojava devrimi”nin çöküşü
ABD, Kürtleri satabilir ya da satmayabilir. Önemli olan Kürtlerin Amerika’yı satması ve silahlarını ona doğrultmasıdır. Gerçek devrimci duruş biraz da buradan geçmektedir.
Suriye merkezli gelişmeler Ortadoğu’da Kürt sorunu bağlamında da bir dizi yeni sayılabilecek olguyu beraberinde getirdi. Aslında bir kısmı güncel anlamda yenilik taşısa da, tarihsel anlamda ne kadar bir gelişmeye işaret ediyor bu sorunun yanıtı pek belli değil.
Türkiye sermaye devletinin ve gerici AKP iktidarının Suriye’ye dönük başlattığı askeri harekat vesilesiyle yaşanan tartışmaların belli bir olgunluğa ulaştığı, herkesin de iyi kötü siyasal bir pozisyona yerleştiği bir ara sonuç olarak not edilebilir. Ancak bununla birlikte Kürt siyasi hareketinin ve Kürt devletleşmesi denilen sürecin ne gibi bir noktaya geldiğini biraz açmamız ve komünistlerin gözünden Kürt meselesini bir kere daha ele almamız faydalı olacaktır.
Kürt siyasi hareketinin devletleşme yönelimi ve ‘Rojava Devrimi’nin çöküşü
PKK’nin merkezinde durduğu Kürt siyasi hareketinin (Barzanicilik ve Irak başka bir düzlemde ama yaşananlara paralel olarak ele alınmalı) bölgedeki devletleşme stratejisinin ürünü olan Suriye yönelimi bu bağlamda güncel olarak değerlendirilmelidir. O açıdan Suriye’nin parçalanması olarak tarif edebileceğimiz son sekiz yıllık süreçte Kürt siyaseti öncelikle kurtarılmış bölgeler elde etmeye yönelmiş, savaşın yarattığı boşluklardan faydalanarak yarı özerk yönetimler ya da kent devletleri kurmaya çalışmış, devamında ise ABD emperyalizminin Suriye yöneliminin başat aktörü haline gelmiştir.
Bu kısma kadar olanlar herkes için eskimiş bilgiler kapsamında sayılabilir. Doğrudur. Yeni olansa Kürt hareketinin “bağımsız devlet” kurma ya da devletleşme stratejisinin çöktüğüdür. Suriye’nin bölünme dinamikleri üzerine yerleşen Suriye’deki Kürt siyasetinin ABD’nin tercihlerine tamamen bağımlı olduğu artık görünür olmuştur.
Komünistler açısından “Rojava devrimi” olarak bahsedilen sürecin gerçek anlamda ileri bir hamle ve kurtuluş olabilmesinin en temel anlamda (bunun ötesinde elbette bir sürü faktör sayılabilir) iki koşulu bulunmaktaydı: Gericilik karşıtlığı ve anti-emperyalizm. Birinci koşul bir şekilde yerine getirilmiş gibi görünse de, ikincisinin yerinde yeller estiği için bugün “Rojava devrimi”nin de yerinde yeller esmektedir.
“Halkların kendi kaderini tayin hakkı” ve “büyük devletlerin arasına oynama”
Bu süreçte Kürt hareketinin işbirlikçi tutumunu meşrulaştırma adına özellikle iki başlık ortaya atılmakta ve devrimcilerin de bunun parçası olması istenmektedir. Bunlardan birincisi, Marksizm-Leninizm açısından ittifaklar politikasının bir parçası olarak değerlendirilen ve bugünkü dünyada güncel anlamda sosyalist devrimler ve işçi sınıfı iktidarı bağlamında taktik düzeyde bile ele alınamayan “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” olgusunun deforme edilerek “Halkların kendi kaderini tayin hakkı” olarak lanse edilmesidir. Ulus devletlerin ortadan kalktığı ve yerli halkların küçük yerel iktidarlarının mücadelesinin verilmesi gerektiği tezi post Marksist ve Sovyetler Birliği sonrası emperyalist küreselleşmeci dünyanın yarattığı düşünce dünyasının ürünüdür. İki kutuplu dünyanın sona ermesi ile birlikte bu tür tezlerin en tepeden en aşağıya kadar Kürt siyasi hareketinin her kademesinde yer ettiği biliniyor. Karşımızdaki olay, Kürt siyasi hareketinin “Marksist ve devrimci” kökenden geldiği söylenen bölmesinin bu tezler çerçevesinde emperyalizmle işbirliğini meşrulaştırmasından başka bir şey değildir. O açıdan Türkiye sosyalist hareketinin aklını diri tutması gerekir.
Bir diğer başlık ise, bu düşüncenin ve yaklaşımın bir adım sonrasında “halkların kendi kaderini tayin hakkı” adına Ortadoğu’da bulunan “büyük” ya da “emperyalist” devletlerin arasına oynadığını ve çıkarları adına bunu yaptığı söyleyen pragmatik bakış açısıdır. (Büyük ve emperyalist devletleri neye göre ve nasıl sınıflandırdığımız elbette başka bir değerlendirme konusu) Kabaca ABD ile Rusya arasına oynamak olarak lanse edilen bu başlık, özellikle son süreçte Kürt siyasi hareketinin “taktikler silsilesi”nde fazlaca öne çıkmıştır. Anlatılan şey Kürt hareketinin bölgede her özne ile “özgürlük adına” taktik ilişkilere girdiğidir. Ancak burada görülmesi ve altı çizilmesi gereken noktanın Kürt hareketinin ABD ile olan ittifakının artık “stratejik” bir düzeye taşındığı olarak ifade edilmelidir. ABD “dur” deyince duran, “çekil” deyince çekilen, ABD’nin Suriye’deki petrol çıkarları adına zabitlik görevi verilen Kürt siyasi hareketinin geldiği nokta mutlaka bu açıdan bir dizi başka parametre ile değerlendirilmelidir. General Mazlum’un bir anda biçimsel anlamda Arafat’ı andıran bir şekilde parlatılması olayı, Suriye Kürtleri’nin siyasi temsilcisi vasfıyla İlham Ahmed’in Amerika’da günlerdir süren mesaisi, ABD’nin Bağdadi operasyonunda YPG’nin aldığı rolün ön plana çıkartılmaya çalışılması gibi ilk planda sayabileceğimiz başlıkları düşündüğümüzde köprünün altından daha çok su akacağını şimdiden söylemek mümkündür.
Kürt siyasi hareketinin Rusya ile ilişkileri ise gerçekten taktik düzeyde bir ittifak politikasının parçası olarak görülebilir. Bu kısma Rusya nasıl yaklaşacak bunu zamanla göreceğiz.
Ancak yine bizlerin aklını diri tutması gereken bir diğer başlık budur. Kurtuluş adına emperyalizm ile işbirliğine göz yummak Türkiye solunun kaderi olarak görülmemelidir.
Kim kazandı: Amerika mı, Kürtler mi?
İkili ilişkileri bağlamında bu soruya kısaca Amerika kazandı, Suriye Kürtleri kaybetti diye yanıt verebiliriz. Belli bir süredir Suriye’nin üçte birinde devletleşme adımı atan Kürt siyasi hareketinin bu stratejisi ABD’nin pazarlıkları arasında bir koza dönüştü ve geri çekildi. Yukarıda da ifade ettik. En basitinden, Suriye’de YPG’ye ABD’nin egemenliği altındaki petrol kuyularının bekçiliği görevi veriliyor. ABD, Kürt sorununun kestiği tüm ülkeleri kesen bir dizi açılıma gidebilir. Önümüzdeki süreçte Kürt siyasi hareketinin diğer Amerikancı kanadı Barzanicilik yükselişe geçebilir. Bunları zamanla göreceğiz.
Bununla birlikte ABD’nin bir diğer stratejik müttefiki olan NATO üyesi Türkiye’nin de parçası olduğu bu yeni konjonktür, aynı zamanda Amerikan barışı için yeni bir zemin anlamına gelebilir. Kürt hareketinin bu zemini yok sayabileceğini, karşısına alabileceğini, tamamen saf değiştirebileceğini söylemek pek mümkün değil. Zaten biraz da bu sürecin bileşeni olarak Kürt hareketi tarafından Suriye devleti ile pazarlık ya da “çözüm süreci” denilen başlıkların yoklamaları yapılmaya başlandı.
ABD, Kürtleri satabilir ya da satmayabilir. Önemli olan Kürtlerin Amerika’yı satması ve silahlarını ona doğrultmasıdır. Gerçek devrimci duruş biraz da buradan geçmektedir. “Amerika ne olur bizi satma” türünden çıkışların emekçi halkların gerçek kurtuluşu adına bir değeri olamaz.
Bu noktada Türkiyeli devrimcilerin ve komünistlerin bazı sorulara net yanıtlar vermesi, solun bağımsız hattını her başlıkta olduğu gibi anti-emperyalist mücadelede de ortaya koyması önemli ve zorunludur. Kürt siyasi hareketinin “Halkların kendi kaderini tayin hakkı adına ortaya attığı taktikler silsilesini” Marksist kılıfa giydirme işinin liberallere ait olduğunu hepimiz iyi biliyoruz. Emekçi halkların kurtuluş mücadelesi sermaye yanlısı ve emperyalizm işbirlikçisi projelere sığmaz. Bir kere daha hatırlatmış olalım.