Dayanışma

Marks’ın “Dünya işçileri, birleşin” ifadesi, maalesef, dünyada da ülkemizde de gerçekleşemedi. Tam tersi, dünya sermayesi, kısmen birbirini yiyerek, kısmen de devleşerek kavgadan şimdilik uzaklaştılar.

Dayanışma, sosyal alanda hemen her tür topluluk kümesi için kullanılabilecek sözcüktür. Örneğin, “8 Mart Emekçi Kadınlar Günü Dayanışması” ya da günümüzde daha çok emekçiler için kullanılan emekçi dayanışması veya burjuvazi dünyasında sık olmamakla beraber görülebilen burjuva dayanışması gibi ifadeler, dayanışma sözcüğümün politik kullanımı yanında apolitik uygulamasının da olduğunu göstermektedir. Ancak, sözcüğün tarihsel süreçte süzülüp geldiği aşamalara bakıldığında, dayanışma ifadesinin apolitik görüntüsünün zamanla daha yoğunlukla politik anlam ve görüntüye dönüşmüş olduğu görülmektedir. Tarihsel yürüyüşte üretim ilişkilerindeki derin değişikliklere koşut olarak dayanışma sözcüğü de giderek radikalleşen anlam ve ifade kazanmıştır.

Dayanışma sözcüğünün kaynağı Roma Hukuku’na dayanır. Roma Hukuku’nun çok temel “in solido” hükmüne göre, iki insan arasındaki parasal ilişkide, alacaklı sözleşme ile saptanmış tüm alacaklarını almaya, borçlu da sözleşme hükümlerine göre tüm sorunluluklarını yerine getirmeye yükümlüdür. Roma Hukuku Katolik anlayışının da baskıcı hükümlerini taşır. Katolik anlayışı, burjuvazi bireyciliğine karşı çıkarak, sanayi öncesi dönemlerin baskı rejiminin devamını arzulayarak, zamanla monarşik yapılanmalara da prim vermeye varan görüşler ileri sürmüştür. Bu dönemlerin görüşü, açıktır ki, dinsel görüşlerle politik görüşlerin karşıtlığını yansıtır.

Dayanışma kavramı ile emekçi kesimler arasındaki ilişki ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, Marks’ın yazılarında pek rastlanmasa da, Marksistler tarafından yaşama ve İngilizce yazıma kazandırılmıştır. İlginç olan şudur ki, İngilizce konuşulan alanda yayılan kavram ile ilgili teorik yapılandırma çabaları Fransız sosyolog Emile Durkheim’den gelmiştir. Durkheim ile birlikte gelişen Marksist düşünce, kapitalizmin farklı sosyal yapıları ve bu bağlamda dayanışma olgusunu gündeme getireceği üzerinde kafa yormuştur. Ancak bu çabaların, sanayi kapitalizmi ve emperyalist süreçlerde yaşanmış ırksal bölünmelere olduğu kadar eşitsiz gelişmelere de bigâne kaldığı görülmüştür.

1848 ihtilalinde Marks ve Engels, fiilen sözünü etmiş olmamakla beraber, sanayinin dayanışma koşullarını yaratacağını belirtmişlerdir. Makine başına geçen emekçilerin arasındaki farkların ortadan kalkacağı ve ücretlerin de tek düzeleştirilmesinin bu sürece güç katacağı ileri sürülmüştür. Komünist Beyanname’de altı çizilen bu ve benzeri görüşlerde, emek güçlerine ve üretimlerine yabancılaşmış olarak ve çaresizlik içinde özgürlüklerinden uzaklaştırılmış emekçilerin aralarında dayanışma oluşacağı ileri sürülmüştür. Giderek genişleyen dünya piyasaları ve üretimin tek-tipleştirilmesi de emekçiler arasındaki ulusal farklılıkları ve karşıtlıkları ortadan kaldırmaya eğilimli görülüyordu.

1864 yılında kurulan ve aralarında komünistler, anarşistler ve sendika liderlerinin de bulunduğu Uluslararası Erkek Emekçiler Birliği’nin yayınladığı genel kurallarda dayanışma en üst sırada yer aldı. Birliğin yayınladığı dört maddelik ana ilkelerde, dayanışmanın kapitalist sistemin işleyişi çerçevesinde kendi akışına bırakılamayacağı ve örgütlülük temelinde iradi olarak oluşturulması gerektiği belirtilmiştir. Emeğin özgürleşmesi yolundaki tüm çabaların, farklı ülkelerdeki emeğin bölünmesi ve emekçi örgütler arasında sıkı dayanışmanın kurulamaması nedeniyle başarılı olamadığını ilan eden örgüt, bundan bir yıl sonra üyelerine kimlik kartı çıkartarak, tüm emekçilerin ekonomik, politik özgürleşmesinin amaçladığını ilan etti. Doğal olarak böylesi kapsamlı organizasyon, aynı zamanda da tüm ülkelerde farklı alanlardaki emekçilerin dayanışmasını ve emekçi örgütlerinin de işbirliğini gerekli kılıyordu.

Temel eseri olan Kapital’de dayanışmadan açıkça söz etmemiş olan Marks, 1872 yılında uluslararası emekçi dayanışmasından söz etmeye başladı. Marks’ın eserlerinde emek gücünden genel yaklaşım yapılmış olup, ayrıntılı olarak emekçiler arasında dayanışma ya da cinsiyet ayırımcılığı gibi meselelerin yer almamış olması bazı çevrelerce ciddi eleştiri konusu yapılmıştır. Bu tutuma karşı, Marks’ın salt ve saf sömürü kavramı üzerinde durduğu ve konunun ayrıntısına girmediği gibi karşıt görüşler de ileri sürülmüştür. Ancak açıktır ki, sömürü salt sermaye ile emek arasında oluşmamakta, Marksist sömürü kavramına uymamasına rağmen, bizzat erkek ve kadın emekçiler arasında olduğu kadar, Marksist kurala uygun şekilde sermaye-emek sömürü ilişkisinde de cinsiyet farkı sömürünün boyutunu değiştirebilmektedir.

Marks’ın bu konuda boş bıraktığı alanı Michael Lebowitz irdeleyerek, sermayenin emeği farklı ölçütlerle bölerek, hâkimiyetini sürdürmeye gayret ettiğini ortaya koymuştur. Lebowitz emekçiler arasında farklılık yaratarak sermayenin hâkimiyet oluşturma faktörüne “X-faktörü” adını vermiştir. Lebowitz’e göre, emekçilerin farklılaştırılarak aralarında bölünme oluşturulması, sermayenin emek ve üretim süreci üzerinde hâkimiyet sağlaması için önemli bir araç olup, bu aracın tersten okunduğunda ise, emek üzerinde yoğunlaşmış baskıyı ifade eder.

Türkiye’de 1980’lerde başlayan ve AKP döneminde zirveye ulaşan özelleştirmelerde yaşanan en acı olay sendikaların bir araya gelemeyip, güçlü bir özelleştirme karşıtı duruş sergileyememeleridir. İlginçtir ki, genellikle kamu işletmelerinde örgütlü Türk-İş’e bağlı sendikaların çoğunda emekçiler işveren olgusuna kamu işvereni ve özel işveren ayırımı yapmadan, rehavetle özelleştirmeyi salt işveren değişikliği olarak algılayıp, sonuçta oluşacak vahim durumu öngöremedi. Oysa özelleştirme salt işveren kimliği ve niteliği değişimi olmayıp, derin bir zihniyet ve çalışma koşulları değişimi niteliğinde idi. Sonuç, bugün geldiğimiz yerdir. Marks’ın “Dünya işçileri, birleşin” ifadesi, maalesef, dünyada da ülkemizde de gerçekleşemedi. Tam tersi, dünya sermayesi, kısmen birbirini yiyerek, kısmen de devleşerek kavgadan şimdilik uzaklaştılar. Her sükûnet döneminin akıbeti gibi, yaşadığımız günlerin de bir tür hesabı önümüze koyulacaktır. Her gün biraz daha kötü günlere yaklaşırken, küresel koşulları dahi düşünmeyen azgın sermayeyi dizginlemek emeğin birinci görevidir. Ne var ki, sermaye tüm çevreyi metalaştırıp kendi emrine alırken, herhalde emeği bundan müstağni kılmayacaktı!

Not: Ülkemizde yaşanan derin ekonomik koşullara ışık tutacağı ümidiyle, İktisat Fakültesi Mezunları Cemiyeti, geleneksel yıllık İktisatçılar Haftasını, bu yıl 13-14-15 Mart tarihinde “Kriz: Daha Derin, Daha Yaygın Ekonomik ve Toplumsal Krizin Anatomisi” konusunda, İstanbul Barosu Konferans Salonunda gerçekleştirecektir.