Flaubert’in mektuplarında “1848 Devrimi, Paris Komünü ve Sınıflar”
Karl Marx’ın “Fransa'da Sınıf Mücadeleleri (1848-1850)”, “Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i” ve “Fransa'da İç Savaş” kitaplarının yanında; zamanın ve kitlelerin ruhunu anlamak adına Gustave Flaubert’in romanları da okunmalı. Elbette ihtiyatla…
Cengiz Kılçer
Madam Bovary’nin yazarı Gustave Flaubert, Kıta Avrupası’ndaki çifte Devrimin (1789-1848) ilkini göremedi ama 1848 ile 1871 Paris Komünü’ne tanık oldu.
Gustave Flaubert’in politik görüşü o yıllarda nasıldı acaba? Bu sorunun yanıtına ilişkin Flaubert ve George Sand arasındaki mektuplara bakarak bir yargıya varmak mümkün.[1]
Fransa’da (Kral Louis Philippe’i devirip ikinci Cumhuriyeti kuran) 24 Şubat 1848 Devrimi patladığında G. Flaubert, şair Louis Bouilhet ve yazar ve fotoğrafçı Maxime Du Camp ile birlikte Paris’tedir ve olayları seyretmektedir. “Duygusal Eğitim” romanı için G. Flaubert, 1848 Devrimi’ne ait yazılar okumakta notlar tutmaktadır. Romanından, Flaubert’in çağdaşları George Sand, Emile Zola ve Henry James övgüyle bahsederler; sözü geçen kitap 19. yüzyılın en etkili romanlarından biri olarak kabul edilir. Roman, kabaca söylersek, 1848 Devrimi sürecinde genç bir adamın (Frederic Moreau) yaşamını, İkinci Fransız İmparatorluğu’nun kuruluşunu ve yaşlı bir kadına olan sevgisini (Marie Arnoux) anlatır. G. Flaubert, kahramanın deneyimlerinin çoğunu (romantik tutku dâhil) kendi yaşamına dayandırır…
Prof. Philippe Desan’ın çok yerinde saptamasıyla bu romanda göze çarpan, tarihsel güçlerin eksikliğidir. Flaubert, tarihi parçalara ayırmıştır, dolayısıyla karakterlerini âtıl kılarak onları tarihten uzaklaştırır. Bu parçalama süreci; Flaubert’e mahsus olarak değildir, burjuvazinin iktidara gelmesiyle açıklanabilecek bir vakıadır. Tarih hâkim olan sınıf için nihayete ermiştir ve burjuvalar tarihin uygun adım yürüyüşünü bitirmiş, kendilerini bir evrensel sınıf olarak görmektedirler artık. Tarih, gittikçe anlatı düzeyine indirgenmekte ve bundan dolayı da kurmacayla harmanlanmaktadır. Öyle ki, eğer tarih artık değişimin bir aracı olarak var olamıyorsa, kolaylıkla dengi olarak sunulan gerçekçi burjuva romanıyla yer değiştirebilir. 19. yüzyıl romanı, tarihsel gerçeklerin kurmaca evrende bütünlenip, yeniden yorumlanmasına izin vermektedir. Söz konusu yeni dünya algılayışı, burjuva romanında açıkça belirir ve bu bakış tarihi reddetmektedir. Bu aynı zamanda, 1848’in tarihinin Flaubert’te evrensel anlamını yitirmesinin, öykü içinde salt bir dekor olarak var olmasının nedenidir.”[2] Peki, acaba Honoré de Balzac mı yoksa Flaubert mi 19. yüzyılın en büyük yazarıdır? Zor bir soru olmakla beraber Balzac, romanlarında kapitalist insanın yozlaşmasına karşı son büyük mücadeleyi tasvir ederken, G. Flaubert ve çağdaşları çoktan bozulmuş bir dünya çizerler.
G. Flaubert’in demokrasi ile de başı hoş değildir. Demokrasiden nefret eder, en azından Fransa’daki demokrasi anlayışından… Çünkü demokrasi ahlaksızlığın ta kendisidir, İncil ahlakına dayanmaktadır! Bir “modern demokrasi” olan eşitlik fikrinin bizatihi kendisi özbeöz bir Hıristiyanlık fikridir ve doğruluk fikrine karşıttır. Ayrıca bütün bu demokrasi düşü, işçi sınıfını burjuvazinin aptallık düzeyine çıkartmak içindir de…
Guy de Maupassant’ın söylediğine göre G. Flaubert, burjuvayı şöyle tanımlar: “Alçakça düşünen her hangi biri, burjuva sayılır…” “Duygusal Eğitim” romanında geçen bir diyalog bu burjuva tanımını doğrular niteliktedir: “(…) servetlerini güven altına almak, sıkıntıya, güç durumlara düşmemek için ya da hatta güce tapma güdüsü diyebileceğimiz basit bir alçaklıkla, Fransa’yı da insan soyunu da satabilirlerdi.”
“Açıkçası, burjuvalara olan kin, erdemliliğin başlangıcı sayılır. Ben bu “burjuva” sözcüğüyle, gömlekli burjuvalar kadar, redingotlu burjuvaları da kastediyorum. İnsanlığı temsil eden, sadece bizleriz; yani biz aydınlarız. Daha iyi bir deyimle, insanlığın geleneğiyiz bizler…” diye yazar 17 Mayıs 1867’de George Sand’a… Cimri sözcüğünün derin bir anlamı vardır G. Flaubert için, bu sözcüğün özellikle burjuvalar için icat edildiğini iddia eder.
G. Flaubert, sınıf ayrımına inanmaz ama şuna inanır: Fakirler zenginlerden nefret ederken, zenginler de fakirlerden ürkmektedirler ve bu durum ebedidir, sonsuza dek devam edecektir. G. Flaubert’e göre yapılacak şey öncelikle, güçlü olan zengini eğitmektir. Burjuva önce aydın kılınmalıdır; çünkü o, hiçbir şey bilmez! Hiç mi hiçbir şey bilmez! Demokrasinin rüyası, proleteri burjuva budalalığının düzeyine getirmektir. Bu rüyanın bir kısmına erişilmiştir: Onlar da aynı gazeteyi okur ve aynı ihtiraslara sahiptirler… Her ne denli sınıf uzlaşmazlığının ayırdında olsa da bir gün, burjuvalar gibi proleterlerin de devrinin geçeceğini umar ve her iki sınıfın da aynı nedenle, saçmalıklarının, bencilliklerinin cezasını çekecekleri kehanetinde bulunur. K. Marx’ın “Felsefenin Sefaleti (M. Proudhon’un Sefaletin Felsefesi’ne Cevap)” ve F. Engels ile beraber kaleme aldıkları “Komünist Manifesto” tam da 1848 Devrimi’nin arifesinde yayınlanmıştır. İnsanın aklına kaçınılmaz olarak G. Flaubert’in bu iki eserden haberi var mıydı sorusu geliyor.
1848 Devrimi’nden bir yıl sona G. Flaubert fotoğrafçı arkadaşı Maxime Du Camp ile birlikte “Doğu Seyahatleri”ne çıkmıştır. İstanbul’a da gelirler, 16 Kasım 1850’de Taksim’deki ünlü otellerden “Hotel Justiniano”da kalırlar. G. Flaubert beş hafta geçirdiği İstanbul’da Galata Kulesi, Galata genelevleri, Üsküdar Tekkesi, Galata Mevlevihanesi, Topkapı Sarayı, Sainte İrene Kilisesi, Fener ve Balat’taki Yahudi mahallelerini gezer.
Flaubert, G. Sand’a 20 Nisan 1871 tarihli mektubunda “Can çekişmede olan ‘Komün’e gelince: O, ancak orta çağın son belirtisiydi! Acaba son kımıldanışı mı onun? Umut edelim böyle olsun!” diye yazar. Paris Komünü’nün yani tarihteki ilk “Proleter, sosyalist cumhuriyetin” bir an önce yıkılmasını ummaktadır. Bu mektubun üzerinden bir ay geçmeden 16 Mayıs 1871’de Napolyon’un zaferlerini anmak için Paris’teki Vendôme alanı üzerine 1806-1810 yılları arasında dikilen Vendôme Sütunu, Paris Komünü’nün buyruğu üzerine yerle bir edilir. Napolyon tarafından 1809 savaşından sonra ele geçirilen silahlardan dökülmüş olan Vendôme’daki sütun, şovenizmin bir sembolü olduğu ve ulusal nefreti tahrik ettiği gerekçesiyle yıkılmıştır.
G. Flaubert komünün Vendôme’daki sütunu yıkmasına tepki gösterir “Bu ne gericiliktir? Ne vahşettir? Maillotinlere benziyorlar” der; “Bu zavallı Fransa Orta Çağdan asla kurtulamayacak mı? O, hâlâ romen prenslerininkinden başka bir şey olmayan “Komün’nün köhne fikirlerinde mi sürüklenecek? Korkarım ‘Vendôme’ anıtının yıkılmasıyla, Üçüncü İmparatorluğun tohumu atılacak!” diye ah vah ederek yazıklanır.
G. Flaubert’in Paris Komünü’nü Maillotin İsyanı’na benzetmesi manidardır, ne ki böylesi bir karşılaştırma eşyanın tabiatına aykırıdır. Maillotin İsyanı Fransa’daki tarihi ayaklanmalardan birisidir; isyan Kral VI Charles döneminde, 1381’de Paris’te yaşanır. Tahta çıktığında (1380) henüz 15 yaşında olan kralın vasiliğini üstlenen amcalarının kötü yönetiminin neden olduğu ayaklanma, ele geçirdikleri ahşap tokmaklarla (maillets) silahlanmış olan isyancılara gönderme olarak bu adla anılır. Vergi tahsildarları ve sigortacılar, halk ayaklanmasının başlıca kurbanlarıdır. İsyan, kraliyet iktidarının durumu kontrol altına alabilmesiyle birkaç ay sürer.
Buna mukabil Paris Komünü’ne dair George Sand’ın düşünceleri ve nefreti G. Flaubert’inkiyle bakışımlıdır. “Komün” yönetiminin pisliklerini hâlâ unutmadık!” Tehlikeler doğurarak herkese yepyeni bir politik yaşam emrediyor o! ‘Kendi işini kendin görmek’ gibi… ve saltanatın doğurduğu bu sevimli proletarya neyin olanaklı, neyin olanaksız olduğunu bilmeye zorluyor bizi… Terbiye, dürüst olmayı, özveriyi sağlıyor… Başta gelen şey, seçim oluyor… Raoul Rigault gibileri ve onların avenesi seçiliyor! Değer ölçüleri sanki şimdi öğreniliyor! Bu yolda gidilirse, açlıktan geberilecek… Onlar için, kısa vadede ders olabilecek başka bir şey görmüyorum ben!”
1871’den de baksak, günümüzden de baksak George Sand’ın bakış açısı “göğün fethine çıkan” Paris Komünü’ne ne denli korkunç, ne denli saldırgan ve düşmancadır değil mi?
1848 Fransız Devrimi’nde, devrimin itici gücü işçi sınıfıydı. İktidara gelmiş olan burjuvazi ise tecrit edilmiş ve yenik düşmüş işçilere, dolayısıyla devrime karşı dönerek, devrimi terk etti. Bu nefretin kaynağını 1848 Devrimi’nde işçi sınıfının yenilmesi neticesinde George Sand’ın büyük bir sükût-u hayale uğramasına mı bağlamalı?
G. Flaubert “kimseyi suçlama hakkını kendisinde görmez”, dahası, romancıların dünya işleri hakkında fikir yürütmelerinin gerekli olduğuna da inanmaz. Roman yazarlarının düşüncelerini ifade etmelerine ses çıkarmamakla beraber düşüncelerini açıkça ortaya koymalarından da yana değildir ve bu durumdan hoşlanmaz. Bu G. Flaubert’in poetikasının bir kısmını oluşturur. “Böylece ben, her şeyi bana göründükleri gibi sergilemekle yetiniyor ve içlerinden bana gerçek gözükenleri anlatmaya çalışıyorum. Sonuç ne olursa olsun, aldırmam. Onlar zengin ya da fakir olmuş, galip ya da mağlup olmuş aldırmam! Ne sevgiye ne de kine, ne acıma hissine ne de öfke duygusuna sahip olmak istemem! (1868)”
Öyle midir acaba? G. Sand’a 12 Ekim 1871 Perşembe akşamı yazdığı mektupta kine ve öfkeye sonuna kadar sahiptir oysa: “Komüncülerin tümü kürek cezasına çarptırılmalı bence! Ve bu katil hayvanları, tıpkı bir kürek mahkûmu gibi zincire vurup Paris’in yıkıntıları temizletmeli! Ama bu, insanlık duygusunu yaralayacakmış! Bizler, azgın köpeklere karşı yumuşağız; ama ısırılanlara ise, hiç mi hiç acımıyoruz! “
Karl Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri (1848-1850)”, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” ve “Fransa’da İç Savaş” kitaplarının yanında; zamanın ve kitlelerin ruhunu anlamak adına Gustave Flaubert’in romanları da okunmalı. Elbette ihtiyatla…
[1] Flaubert, G. (1992). Gustave Flaubert- George Sand Mektuplar Çev. Bedia Kösemihal. İstanbul: Anahtar Kitaplar.
[2]Desan, P. (2017). Tarihten Kurmacaya: Flaubert’in Duygusal Eğitim’ine Dair Bir Okuma. G. Flaubert içinde, Duygusal Eğitim: Bir Delikanlının Hikâyesi Çev. Cemal Süreya. İstanbul: İletişim Yayınları.