Kriz ve emekçiler
Kriz oluşumuyla sermaye kendisine daha güçlü bir ortam yaratırken, faaliyet alanını küçültür. Bu demektir ki, kriz merkezi gücünü kuvvetlendirir fakat potansiyel düşman alanını büyütür. Genellikle bu durum kapitalizmin sona doğru yaklaşımı olarak algılanır olmakla beraber, her üç ana krizlerin de gösterdiği gibi, kriz sonrası büyüyen düşman cephesi sistemi devirmede başarılı olamamıştır.
1 Aralık Pazar günü yapılan kriz ve emekçiler konulu seminer ya da panel çok doyurucu oldu, çok şey söylendi, arkadaşların konuşmalarından çok şey öğrendim. Kriz, ertesinde bir mücadele kavramını gündeme taşıdığı için, doğal olarak bazı farklılıklar oluştu ki, onlar da kafamızın netleşmesinde bir hayli yararlı oldu. Seminerde oluşan bazı fikirleri, geçen yazımdaki konuların uzantısına bulayarak konuyu tartışmak istiyorum.
Kriz konusunda ve kapitalizme karşı mücadele bağlamında çok net olmamız gereken bir konu ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Şöyle ki, krizin kapitalizmin sonlanmasına hizmet eden bir olgu olmayıp, sermayenin giderek tekelleşip merkezileşerek güçlenmesine, buna karşın toplumsal kesimlerde ve elimine edilen sermaye kesiminde yıkım oluşumuna yol açan bir süreç olduğu üzerinde netleşmemiz gerekir. Diğer bir deyişle kriz, sermaye içinde ayıklama yaparak güçlüleri daha da güçlendirir, demode ve verimsiz sermaye kesimini, sermaye dışı kesimleri ve genel halk üzerinde yıkıcı etki oluşturur. Kısacası kriz, ekonomik açıdan sermaye kesimi için yararlı, sermaye dışı hemen tüm alanlar için ise yıkıcı bir oluşumdur. Kriz oluşumuyla sermaye kendisine daha güçlü bir ortam yaratırken, faaliyet alanını küçültür. Bu demektir ki, kriz merkezi gücünü kuvvetlendirir fakat potansiyel düşman alanını büyütür. Genellikle bu durum kapitalizmin sona doğru yaklaşımı olarak algılanır olmakla beraber, her üç ana krizlerin de gösterdiği gibi, kriz sonrası büyüyen düşman cephesi sistemi devirmede başarılı olamamıştır. Muhtemelen bundan sonraki yaşanacak ve giderek sıklaşacak krizlerde de durum çok farklı olmayacaktır. Umudumuzu kaybetmeden öncelikle sistemi ve işleyişini net bir şekilde algılamamız gerektiği kanaatini taşımaktayım.
Hal böyle olunca, bir defa krizler organik süreçler olduğundan doğrudan devletlerin faaliyet ve müdahale alanı içine girmeyip, ancak krizin sosyal ve ekonomik olumsuz etkilerinin ortadan kaldırılması ya da hafifletilmesi amacıyla kamu müdahalesi devreye girer. Bundan dolayıdır ki, devlet politikaları yoluyla kapitalizmin temel krizleri önlenemediği gibi, yerel krizlerin oluşumunu da engellenememiş, ancak krizin tahribatını hafifletici bazı önlemlerle yetinilmiştir. Nitekim Claus Offe vb gibi Sistemik Analitik Yaklaşım yanlıları devlet aygıtının krizleri önleyici gücünün olmadığını, ancak tarihsel olaylar muvacehesinde krizler karşısında devletin bazı telafi edici politika önlemleri geliştirebildiğini ileri sürerler. Kapitalist krizler de deprem gibi olacağının kesin, fakat zamanının kestirilemeyen süreçler olarak algılanması yanında, sermaye-yanlı kapitalist devlet modelinin sermaye hareketlerine fazla müdahale edememe konumu da sürecin işleyişinde başat olmaktadır. Kaldı ki, krizler yoluyla demode olmuş, etkinsiz çalışan ve yüksek maliyetli sermaye unsurlarının sistem dışına itilmesi de sistem mantığının temel dokusunu oluşturan genel etkinlik açısından anlamlıdır.
Krizlerin oluşturduğu sosyal yıkımların ve genel halkın mağduriyetinin önlenmesi devletin görevleri arasında kamusal faaliyet olarak görülür. Ancak devletin bu yöndeki çabaları sistemi meşrulaştırmak ve sermayeye alan açmakla sınırlı olup, kesinlikle eski duruma geçiş olarak algılanmamalıdır; kapitalist devletin böyle bir görevi yoktur. İşte sınıf tavrı tam da bu alanda güçlü bir sosyal mücadele ortaya koymalıdır. Sermaye-kapitalist devlet yapısına karşı mücadele aslında sermayeye karşı olduğu bilinciyle, emekçiler bizzat üretimlerine sahip çıkmalıdır. Diğer bir deyişle, salt kriz dönemlerinde değil, diğer dönemlerde de ücret üzerinde yapılan tartışmalarda, emek yarattığı değeri talep etmeli, bizzat kendi yarattığını isteme şeklinde pazarlığa oturmalıdır. Diğer bir deyişle, konuyu ücret olarak soyut bir kavram olmaktan çıkartıp, bizzat emeğin üretimi, yani hakkı olarak somut hale sokmak gerekmektedir. Mesele emeğin yarattığını istemesi olarak değil de, ücret şeklinde ortaya koyulunca, konu hak mücadelesinden ya da hırsızlığa karşı mücadeleden soyutlanmış olmaktadır. Doğal olarak emekçilerin birlikteliği ve örgütlülüğü mücadelede önemli olmakla beraber, onun yanında ve ondan da önemli olarak, mücadele şekli ve bilinci başarı şansı üzerinde etkili olan çok önemli bir faktördür. Emekçilerin mücadele hedefi devlet değil, devletin arkasında konuşlanan ve devletin politikalarında etkili olan sermaye olmalıdır. Mücadelede devletin sermayenin yanında ve önünde bir paravan olduğu açıkça ifade edilerek, haklarının sermaye tarafından gasp edildiği açıkça ortaya koyulmalıdır. Böyle bir mücadele ise doğrudan sistem hedef alınmalıdır. Kısacası, emekçilerin üretimlerine yabancılaşması kesinlikle gündeme taşınmalıdır. Olağan dönemlerde ya da kriz dönemlerinde, farklı olmakla beraber, emekçi emeğine yabancılaşmadan, hakkını talep etmelidir.
Sol siyasi partilerin bu alandaki işlevsel faaliyetleri arasında, sendikal alan olarak görülen eğitici faaliyetler öne çıkar. Söz konusu faaliyetlerde emek, üretim, sömürü ve artık değer gibi emekçinin muhatap olduğu işlemler açıkça anlatılarak, krizlerin artık değer ve kâr sorunları ile ne denli bağlantılı olduğu kitapçıklarla emekçilere ulaştırılmalıdır. Marks’ın üç ciltlik temel eserinde doğrudan ve açık olarak krizden söz edilmemiş olmakla beraber, sömürü, kâr oranları ve oligopolleşmenin açıkça ifade edilmesi bir sistem öğretisidir. Bu süreçler tüm toplum tarafından açıkça anlaşılır ve emekçi bilinci geliştirilirse, sermaye daha kuşkulu olarak sömürü üzerinde farklı davranış sergileyebilir. Kısacası, emekçinin salt kriz sonrasında değil, sermaye ile çalışma döneminde de etkin mücadelesi salt bilincine değil, güçlü bilincin temelini oluşturacak bilgiye dayanır. Bilincin ve mücadelenin gücü bilgiden gelir. Bilgi oluşturma ve işleme zor bir süreçtir, zaman ve emek ister. Ancak, bilgi ile donatılmayan emekçinin bilinci üretimdeki aşamasına ve aldığı ücrete göre belirleneceğinden, bir miktar ücret artırımı, Ricardo mantığında olduğu gibi hakkını aldığı kanaati ile onu mücadeleden uzak tutacaktır. Mücadelenin zorluğu kabul edilerek, sonucun emekçinin yaşam süresinde alınamayacağı da bilinmelidir. Sosyal mücadeleler çetin ve zaman alan süreçlerdir. Kölelik döneminde ve feodalitede de köleler ve ezilenler mücadele etmiştir, fakat tümünde sistem sömürücüleri ileri sistemin hâkim konumunu elde etmede başarılı olmuştur. Kapitalizme karşı mücadele ise diğerlerinden çok daha farklı olacaktır. Bu geçişte ezilenler ezenleri alt edecektir. O nedenle bu mücadeleye hazırlanış çok ciddi ve bilimsel temelli olmalıdır.
Bu mücadelede salt yerli burjuva yoktur karşı cephede, emperyalist de yerli burjuvanın arkasında siperdedir. Üstelik de emperyalistin güçlü silahlı, ondan da öte, bilinci köreltici kalemli gücü vardır. Günümüzün emperyalizmi salt ekonomik alanda yaşanmamakta, onun çok ötesinde eğitim-kültür alanında çok ciddi emperyalist baskı altındadır çevresel konumlu ülkeler. Bu itibarla kendi koşullarımızda kendi sorunlarımıza çare bulucu güçlü beyin çalışması kaçınılmazdır. Olayı böyle koyunca, kapitalizme karşı mücadelenin kurmay ve kumanda düzeyinde yürütülmesi kaçınılmaz olmaktadır. Dış güçler karşısında emekçiler korunmasızdır ve sınıf tavrı bu alanda etkisiz kalabilir. O nedenle, emekçilerin hem emek alanındaki becerilerinin hem de bilinç oluşturma alanındaki bilgi temellerinin yükseltilmesi gerekmektedir. Kriz oluşumlarında nasıl emperyalist merkezlerin rolleri var ve önemli ise, aynı şekilde sermayeye kalkışta da karşı güçte emperyalist yer alacaktır. Buna hazır olunmalıdır.