Geçen yazımda Menşevik lider Yuliy Martov’un Mart 1918’de Brest-Litovsk Antlaşması üzerinden Bolşeviklere yönelik eleştirilerini ele almıştım. Bu yazımda Martov’un 1919’da yazdığı ve 1923’te Berlin’de yayımlanmış olan Mirovoy Bolşevizm (Dünya Bolşevizmi) adlı tamamlanmamış eserindeki görüşlerini incelemek istiyorum.
Martov’un eserinde üç bölüm var: 1. Dünya bolşevizminin kökleri 2. Sovyetizm ideolojisi 3. Devletin çözülmesi veya fethedilmesi. Birinci bölümde yazar bolşevizmin nasıl evrensel bir akım haline geldiğini açıklamaya çalışıyor. “Dünya bolşevizmi” ifadesi 1918 yılında ilk kez telaffuz edildiğinde birçok Rus marksistine paradoksal geldiğini söyleyerek başlıyor sözlerine. Yazarın “Rus marksisti” dediği kişiler kendisi gibi menşevikler olmalı. “Bizim yerli Poşehonye’nin devrimci sürecin biçim ve içeriğinin belirlenmesinde ‘çürümüş Batı’ için bir örnek oluşturabileceği düşüncesi saçma geliyordu” diyor. Poşehonye, Rusya’nın içlerinde bir kasaba. Türkiye’den benzetme yaparsak belki Çemişgezek diyebiliriz. Bizim tuzu kuru “Avrupai” Menşevik, Rusya’yı aklınca işte böyle küçümsüyor! Rusya bolşevizmini biz ülkenin tarımsal (köylü) karakteriyle, geniş halk kitlelerinin siyasal eğitimden yoksunluğuyla, yani tamamen ulusal bir takım özelliklerle açıklamaya eğilimliydik, diyor. Dolayısıyla bolşevizm fenomeninin (stihiya bolşevizma) en iyi durumda Romanya, Bulgaristan ve Macaristan gibi benzer biçimde geri kalmış tarımsal ülkelerdeki devrim sürecine renk katacağını düşünüyorduk diye ekliyor. Nitekim Martov’a göre Batı Avrupalı sosyal demokrat partiler de bu Rus fenomeninin kendi ülkelerine ihraç edilemeyeceğinden emin oldukları için rahatça Bolşevik devrimin reklamını yapmışlar ancak yanılmışlar. Alman sosyal demokrat Kautsky, (bildiğimiz dönek Kautsky!) partisinin son seçimlerdeki başarısızlığını parti önderliğinin Rus bolşevizmini açıktan eleştirmekten kaçınmasıyla açıklamış.
Martov, bolşevizmin Avrupa’da yayılmasını açıklamak için savaşın mirasından söz ediyor ve bolşevik devrimi “asker devrimi” olarak niteliyor. Antiparlamentarizmin ve elindeki silahla düzeni sağlama düşüncesinin asker psikolojisinin ister sağcı olsun ister solcu ortak özelliği olduğunu savunuyor. Bunun da demokrasi ve parlamenter sistem ile çeliştiğini söylüyor. Bolşevizmin bir ülkedeki devrim sürecine etkisini bu ülkedeki silahlı asker kitlelerinin devrime katılımlarıyla doğru orantılı görüyor. Lenin askerlerde üniforma giymiş köylülüğü görürken Martov ise toplumsal ortamından kopmuş deklase unsurlar görüyor. Rusya’da askerlerin devrime ve bolşevizme etkisini “tüketici komünizmi” diye açıklıyor. Görüldüğü gibi bolşevikler askerleri devrimin silah bulma sorununu çözen topraksız köylülük olarak yani devrimci bir fırsat olarak görürken menşevik Martov onlarda demokrasi ve parlamento düşmanı deklase unsurlar görüyor, hiçbir olumlu özellik göremiyor. Menşevizmin devrimcilikten uzak Avrupa sosyal demokrasisi olduğunu gösteren güzel bir gösterge değil mi?
Martov askerleri böylece “çözümledikten” sonra, bolşevik proletaryanın psikolojisini çözümlemeye başlıyor. Birinci özelliği, diyor, nesnel koşulları dikkate almayan bir maksimalizmdir. Bu maksimalizmin naif bir toplumsal iyimserlik de içerdiğini, içinde bulunduğu toplumun kaynakları ve zenginliğinin maksimum sonuçları elde etmeye yeterli olduğuna inancı içerdiğini söylüyor. Proleter bolşevizmin psikolojisinin ikinci özelliği üreticinin değil tüketicinin gereksinimlerini dikkate almak oluyor. Üçüncü özellik de siyasal mücadelenin sorunlarını, hatta proletaryanın farklı katmanları arasındaki sorunları bile doğrudan silah kullanma yoluyla çözme eğilimi imiş. Martov, sınıf bilinçli proleterlerin savaşta geçen dört buçuk yıl içinde üretimden koptuklarını, siper psikolojiyle beslendiklerini, deklase unsurlar arasında manevi yönden eriyip gittiklerini ve proleter saflara geri döndükleri zaman devrimci bir ruh yanında asker tipi bir isyankarlığı da getirdiklerini savunuyor. Cepheye giden işçiler üretici özelliklerini yitirirken onların yerini alan yeni işçilerin ise savaş boyunca sınıf bilinçli işçilerle yan yana çalışma olanağından yoksun kaldıklarını ekliyor. Böylece Martov proletaryanın bilincinde bir bunalım tasvir ediyor. Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde ise sınıf bilinçli işçiler 1917-18’de artık savaş öncesi sendikalara güvenmemektedir ve onların yerine fabrika komiteleri öne çıkmaya başlamıştır. Enternasyonalist Martov İkinci Enternasyonal’deki bunalımdan üzüntüyle söz ediyor, bu Enternasyonal’in bizzat enternasyonalizme ihanet etmiş olduğundan söz etmiyor. İlginçtir, bunalımın aynı zamanda bir fırsat olduğunu görmüyor. İşçilerin eski önderlere ve örgütlere artık inanmayışında sadece olumsuz anarşik-jakoben eğilimler görüyor. Lenin bolşevikleri proletaryanın jakobenleri olarak görürken Martov için jakobenizm de sadece olumsuz bir eğilim.
Martov’u okurken insan menşevizmin özünü daha iyi kavrıyor. Menşevikler için önemli olan sadece üretici güçlerin gelişmesi, bunun sonucunda sosyalizmin kendiliğinden geleceğini sanıyorlar. Birinci Dünya Savaşı’na giren ulusal burjuvazilerin savaşın yol açacağı yıkımı savaş sonunda zaferin ganimetleriyle telafi edeceklerini düşündüklerini, üretici güçlerdeki yıkımı umursamadıklarını ve bolşeviklerin de aynı şekilde yıkım yoluyla gelişmeye inandıklarını söylüyor. Burada Martov Almanya’dan ilginç bir örnek veriyor: Burjuva partileri ve sağ sosyalistlerin, sürekli grev yapmaya ve üretici güçleri zayıflatmaya eğilimli Spartakist proletaryaya karşı birleştiklerini ve nesnel olarak haklı olduklarını söylüyor! Bu grevler Alman ekonomisini batırabilirmiş! Martov’un verdiği benim için ilginç olan bilgi ise şu: Alman Bürgerleri, devlet memurları, doktorları, iyi kazanan işçiler ve serbest meslek erbabı, Spartakistlerin grevlerini ve bolşevik eğilimli askerlerin eylemlerini durdurmak için greve gidiyorlarmış. Örneğin Rusya sınırına yakın bir tümende bolşevizmden etkilenmiş askerler tümeni silahsızlandırmaya çalışırken, bu Bürger takımı bolşevizm gelmesin diye onlara karşı greve gidiyormuş. Martov Fransız Devrimi’ndeki sankülotlar gibi bolşevik kitlelerin de bilim, kültür ve sanata karşı vandalca davrandığını ve bunun kökünde militarizmin yattığını söylüyor. Emperyalizm ve savaşın Batı Avrupa’yı ekonomik ve kültürel açıdan Doğu Avrupa’nın düzeyine indirdiğini ve şimdi Doğu Avrupa’nın Batılı kitlelere devrimci biçim ve ideolojileri dayattığını savunuyor. Avrupa’nın burjuva ve sosyal nosyonalistlerinin kabus gözüyle baktıkları dünya bolşevizmi, diyor, belki de Batı’nın ekonomik yıkıma uğrattığı Doğu’nun öç almasıdır.
Martov bolşevizmin siyasal ideolojisinin proletaryanın toplumsal kurtuluşunun tek biçimi olarak sovyetleri saymak olduğunu savunuyor. Sovyet tipi devletin mistik bir biçimde farklı gelişme aşamalarında olan her ülkeye uygulanan evrensel bir slogan haline geldiğini yazıyor. Burada yazar ilginç bir şekilde komünist propagandacıların ciddi ciddi Türkiye’de, Mısır’da, Hindistan’da, İran’da, Çin’de sovyet tipi dönüşümler başladığını yazdıklarını söylüyor. Martov’a göre, marksist teori halkların önce burjuva demokratizmi aşamasından geçmeleri, burjuva kurumlarının yanılsama olduğunu anlamaları gerektiğini öngörüyor, ancak bundan sonra halk sovyet tipi devletin gerekliliğini anlayacaktır. Şubat 1918’de Brest-Litovsk’ta Kamenev ve Trotskiy, ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmuşlardı. Muzaffer Almanya’dan Polonya, Letonya ve Litvanya’da genel ve eşit oyla referandum istemişlerdi. Bir yıl sonra Buharin ulusların kendi kaderini tayin ilkesi yerine emekçi sınıfların kendi kaderini tayin ilkesini koymak gerektiğini savunmuştu. Martov burada Lenin’in sadece diplomatik nedenlerle ulusların kendi kaderini tayinini savunduğunu çünkü Hintlileri, İranlıları ve öteki antiemperyalist mücadele veren halkları Komünist Enternasyol’den soğutmamak gerektiğini söylediğini yazıyor. Kongre Lenin’e hak verdi ancak parti ruhen Buharin’den yanaydı diyor Martov.
Türkiye’nin Odesa’daki konsolosu Osmanlı İmparatorluğu’nda zafer kazandığı şeklinde bir asparagas üfürdüğünde Rusya’daki gazetelerin hiçbirinin bu asparagasa inanmayı reddetmediğini, cesur Türklerin burjuva parlamentarizmi vb aşamaları bir anda geçmelerine şüpheyle bakmadığını yazıyor Martov. Çünkü, diyor, mistifikasyon başarılı olmuştu. Burada Martov’a kısmen hak vermemek elde değil: Türkiye’de sovyet tipi bir devrim olabileceğine inanan bolşevikler gerçekten de aşırı iyimsermişler.
Martov, kitabının sonraki kısmında bolşevizmin azınlığın diktası olduğunu savunuyor. Lenin’in Temmuz 1917’de sovyetler bolşevizmden uzaklaşınca “bütün iktidar sovyetlere” sloganından vazgeçtiğini hatırlatıyor. Bu doğru, ancak sadece sovyetler içindeki mücadelenin sadece bir aşamasını gösteriyor. Tarihsel olgular kuşkusuz Martov’u yalanlıyor. Bolşevikler sürekli azınlığı temsil etseydiler iç savaşı kazanamazlardı. Martov öte yandan menşeviklerin neden pratikte karşıdevrimcilerle aynı saflara düştüğü sorusu üzerinde durmuyor. Burada Martov’a şu soruyu sormak isterdim: Sovyetleri mistikleştirmeyelim, peki kurucu meclisi neden mistikleştirelim? Devrimi ileriye götürmenin değil de geriye çekmenin bir aracı haline gelen kurucu meclisi ve burjuva parlamentarizmini neden mistikleştirelim?
Martov’a katıldığım bir hususu da yazmadan geçmeyeceğim: Martov, Lenin’in Devlet ve Devrim adlı eserinde dile getirdiği polisin yerine halk milisi koymak, bütün memurların seçimle gelmesi ve oyla görevden alınabilmesi gibi taleplerinin Sovyet devletinde gerçekleşmediğini yazıyor. Lenin’in bu eserindeki görüşlerinin bu kısmının ütopik olduğuna katılıyorum. Bu konuyu da başka bir yazıya bırakıyorum.
ABD'de Biden'ın Ukrayna'ya uzun menzilli ATACMS füzelerini kullanma iznini vermesi sonrasında Cumhuriyetçilerden sert tepki geldi.…
15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından Kızılay’a satışı gerçekleştirilen ve değeri yaklaşık 100 Milyon TL olan…
Eski Almanya Başbakanı Angela Merkel, yeni kitabında Donald Trump’ın baş başa görüşmede Trump’ın kendisine Doğu…
İstifa çağrılarına yanıt veren Sağlık Bakanı Memişoğlu, "Bebeklerimizin ölümüne engel olan bir kişiye niye istifa…
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, yasadışı bahis suçlamasıyla tutuklu olan 5 sosyal medya fenomeni hakkında 1 yıldan…
Sinan Ateş Davası’nda abla Selma Ateş'e yönelik saldırıyı azmettiren Servet Bozkurt'un, Ankara’da iki cinayet işlediği…