2002 yılı ülkemizde sadece gerici AKP iktidarı ile tanışma yılı olarak değil, aynı zamanda bir çok alanda olduğu gibi sağlık hizmetlerinde de kapitalizmin en vahşi saldırılarının uygulamaya konulmasının da başlangıcı olarak kabul edilmelidir. Ancak farklı anlamlar çıkmaması için Adalet ve Kalkınma Partisi’nden önceki iktidarların da daha az piyasacı olmadığını bir köşeye yazarak devam edelim. Sağlık hizmetlerinde reform tartışması 1990’lı yılların en önemli tartışmasıdır. Bu yıllarda IMF ve Dünya Bankası’ndan, yapılacak sağlık reformunun altyapısını oluşturabilmek için, hatırı sayılır miktarlarda krediler kullanılmıştır. Bu kurumlara, “Ülkemize verdiğiniz krediler emin olunuz ki sağlık hizmetlerinin kamunun sırtında bir yük olmaktan çıkarılması yönünde harcanmaktadır” biçiminde mektuplar yazılabilmiştir.
AKP iktidarı ise daha ilk bütçe sunumunda Meclis’te adı geçen sağlık reform ile ilgili politikasını şöyle ilan etmiştir. “Bizden önceki iktidarlar sağlık reformunun sadece teorik hazırlıklarını yapabilmiştir, biz ise sağlıkta dönüşümü gerçekleştireceğiz.” Böylece kendilerinin sağlık hizmetlerinin piyasalaşması ile ilgili uygulayıcı bir politika izleyeceklerini ilan etmişlerdir. Bu politikanın da ismini, bilineceği üzere “Sağlıkta Dönüşüm Programı” ya da politikası olarak belirlemişlerdir. AKP’nin Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın radikal bir piyasalaşma programı olduğunu son 17 yıldır hep birlikte yaşayarak öğrendik. Ancak önceki iktidarların tam boy piyasalaşma hedefli bir reform faaliyetinin “teorik” altyapısını oluşturmak için IMF ve Dünya Bankası’ndan aldığı milyon dolarları nerelere harcadığı önemli bir sorudur. Bu soruya cevap olarak; halkı devletin ne kadar kötü sağlık hizmeti verildiğine ikna etmek ve “özel güzeldir” ideolojisini yaymak için harcadıklarını söylemek herhalde fazla iddialı olmaz.
Sağlıkta piyasalaşmanın formülü: 3Ö (Özelleşme, Özerkleşme, Özelleştirme)
Sağlık hizmetlerinin piyasalaştırılması adına başlatılan AKP’nin saldırısı üç koldan yürütülmüştür. Özelleşme, Özerkleşme, Özelleştirme.
Önce ve görece en kolay olanından başlanmıştır: Özelleşme. “Pahalı bir yatırım olan hastaneciliğin özel sektör tarafından yapılması gerektiğini” iddia ederek özel hastanelerin sayısını arttırmak için her yol kullanılmıştır. Kaldı ki 12 Eylül Anayasası’nın 56. maddesi de geçmiş dönemlerden farklı olarak, sağlık hizmetlerinin piyasalaşmasına ve devletin bu sorumluluktan uzaklaşmasına olanak tanımaktaydı. “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi arttırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler. Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlardan yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.” Bu madde ile ilk kez devlet sağlık hizmeti verme sorumluluğundan çıkmış ve sağlık hizmeti verecek kamu ve özel sektörü denetleyip koordine etmeye başlamıştır.
AKP iktidarı boyunca özel hastane sayısı % 100’den çok fazla artarken, Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastane sayısı % 10 civarı artmış görünüyor. Sağlık Bakanlığı tarafından yayınlanan Sağlık İstatistikleri Yıllığı’nın yalancısıyız… Öyle ki, bugün toplam 1.534 hastanenin 577’si özel hastanedir. Kabaca ülkemizdeki hastanelerin üçte biri özel hastanedir. Tahmin edileceği gibi bunlarında nerdeyse yarısı İstanbul’dadır. Hastanelerin toplam yatak sayısına baktığımızda ise yaklaşık 230.000 yatağın sadece 50.000 civarı özel hastanelerdedir. Yani tüm çabalara rağmen hastane yataklarının beşte dördü kamu hastanelerindedir. Yine özel hastaneler gelişkin tıbbi cihazların (MR, BT, Ultrason vb…) yarısına sahiptir. Tüm bu verilerden anlıyoruz ki, özel hastaneler piyasanın dinamikleri gereği gelirin yüksek olduğu yerlerde kurulup, çok tahlil ve tetkik yapıp, yatak devir hızlarını yüksek tutarak kârlarını arttırmaya çalışmaktadır. İşte özelleşmenin sonucu: Önemli olan halkın sağlığı değil serbest piyasanın kârını arttırma ihtiyacının karşılanmasıdır.
Sağlık hizmetlerini piyasalaştırmak için atılan bir diğer adım ise şöyle ifade edildi: “Hantal olan devlet hastanelerini, mali ve idari açıdan özerk, kâr amaçlı kamu kurumları” haline getirmek. Bunun doğru adı sağlık hizmetlerinin özerkleştirilmesiydi. Her şey bir gecede oldu, bitti. 2012 yılında bir gecede dönemin hükümeti tarafından çıkarılan ve Meclis’e hiç götürülmeyen 663 No’lu Kanun Hükmünde Kararname ile Sağlık Bakanlığı’nın teşkilat yapısı tamamen değiştirildi. Merkezi olarak Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu ve illerde de Kamu Hastaneleri Birliği kuruldu. Günler içinde devlet hastanelerinin tabelaları değiştirildi, personeli 657 Sayılı Devlet Memurları Kanuna dayanılarak ücretsiz izine çıkarılıp, bu mali ve idari özerkliğe sahip kurumlara sözleşmeli personel olarak imza atmaya zorlandı. Kamu hastane birlikleri ile ilgili yazılabilecek çok fazla ayrıntı olmakla beraber, ilginçtir ki temel yönelimi aynı kalsa da buralara bağlanan hastaneler yine bir gece apar topar yeniden Sağlık Bakanlığı’na bağlı hale getirildiler. Değişen bir şey var mı? Tabii ki yok. Sağlık Bakanlığı eliyle ülkemiz sağlıkta kamunun nasıl piyasa dinamikleri ile yönetildiğine şahit oldu. Ancak bu ani değişikliğin sadece bir biçim değişikliği olduğu ve özünde aynı şekilde devam edildiği, temel problemin ise Sağlık Bakanlığı’nı ele geçiren hatta yönettiği iddia edilen Menzil Tarikatı’nın taraf olduğu bir iç çatışma olduğu çok yerde söylendi, yazıldı.
Ülkemizde kamu varlıklarının ve değerlerinin piyasalaştırılması konusunda en iyi bilinen yöntem özelleştirmedir. Söz konusu olan sağlık hizmetleri olunca özelleştirme süreci ilk başlarda beklendiği gibi hastanelerin doğrudan özel sektöre yok pahasına satılması biçiminde gerçekleşmemiş oldu. Aslına bakılırsa, 2005 yılı civarında sağlık sektöründe de özelleştirmenin, devlet hastanelerinin özel sektöre yok pahasına devredilmesi yolu ile yapılacağı bekleniyordu. Hatta İstanbul’da hangi devlet hastanesini hangi özel hastane grubunu alacağı konuşulur olmuştu. Sanıyoruz ki, o yıllarda bu satırların yazarı gibi sağlık sektörünü yakından izleyen çoğu kişinin aklına devletin kendisinin özel sektör gibi davranabileceği gelmemişti. Yani doğrudan devlet hastanelerinin kamu tarafından özel sektör dinamiklerine göre yönetilebileceği. Öncelikle devlet hastanelerinin yakınlarında kurulana tahlil ve tetkik merkezleri hastanelerde yapılamayan ya da yapılmayan işlemlerden dolayı zenginleştirildi. Daha sonraları ise, “ana işin uzmanlık ve teknoloji gerektiren bölümleri ve yardımcı işlerin tamamı taşerona verilebilir” şeklinde açıklayabileceğimiz taşeronlaştırma ile ilgili kanun maddesi gereği olağanüstü bir taşeronlaştırma süreci başlatıldı. Öyle ki, 2010’lu yıllara gelindiğinde kamuda taşeronlara bağlı çalışanların % 70’i Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastanelerde çalışmaktaydı. Yemekhane, temizlik ve güvenlik gibi işlerle başlayan taşeronlaştırma süreci, laboratuvarlar, radyoloji bölümleri derken idari işlerin büyük bir kısmı ve örneğin bir dönem hemşirelerin hatta hekimlerin bile taşeron şirketten çalıştırılmasına kadar vardı. İşte hastaneyi tamamen satamayanlar parça parça satarak AKP’ye has bir özelleştirme uygulamasına imza atmış oldular.
Bu haber en son değiştirildi 23 Kasım 2019 09:15 09:15
Bir gencin ölümüne ve iki kişinin yaralanmasına neden olduğu için yargılanan eski Kızılay Başkanı Kerem…
Laiklik Meclisi tarafından 150 kapsamlı başlıkta hazırlanan Ekim 2024 Laiklik İhlalleri Raporu yayımlandı.
Türkiye Komünist Hareketi'nin (TKH) 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü dolayısıyla yaptığı…
Türkiye Komünist Hareketi (TKH) Yenidoğan çetesi skandalı hakkında Eski Sağlık Bakanları Mehmet Müezzinoğlu, Recep Akdağ,…
Ahmet Özer'in tutuklanmasının ve yerine kayyum atanmasının ardından belediyede kamu ve özel teşebbüse ait hizmetlerde…
Milli Savunma Bakanlığı, Kara Harp Okulu resmi mezuniyet töreni sonrasında yaşanan kılıç çatma töreni sonrasında…