Hedefler sanal, gerçekler acı: AKP'nin ekonomisi ve sermaye sınıfı

Hedefler sanal, gerçekler acı: AKP'nin ekonomisi ve sermaye sınıfı

20-10-2019 08:50

Ortaya atılan kıdem tazminatı fonu, emeklilik sisteminin yenilenmesi, yeni özelleştirme dalgası vb... gibi olgular, sınıf mücadelesinin görünümünün önümüzdeki dönem ne denli sert geçeceğini gözler önüne seriyor.

İlker Demirer

 

Bir yılı aşkın süredir ağırlığını hissettiren ekonomik krizin boyutları kamuoyunda yoğun bir biçimde tartışılıyor. Özellikle krizin nedenleri üzerine şekillenen tartışma, çoğunlukla görünüme odaklanmış durumda. Sermaye iktidarının krize dönük olarak açıkladığı “Yeni Ekonomik Program” sermaye sınıfının arzularının genel ortalamasını yansıtmak dışında yeni bir şey söylemiyor. Ancak ortaya konulan hedeflerin, sürekli bir biçimde sapma göstermesi, kapitalist üretim tarzının örnek bir uygulaması olarak karşımıza dikiliyor: kapitalizmde plan, sadece sermayeyi kurtarma planıdır.

Dolayısıyla ortaya sanal hedefler, acı gerçeklerin ortalaması çıkıyor. Ekonomik panoramaya biraz daha yakından bakıldığında, ortaya konulan hedeflerin “iyi niyet” kabilinde bir eğilimi göstermekten bile uzak olduğu, Türkiye ekonomisinin açmazlarının bizatihi düzenin kendi bağrından çıktığı gerçeği gözler önüne seriliyor.

Öyleyse nedir bu gerçekler?

Ekonomi politikasını yakından takip edenler için uzun bir dönemdir dış kaynaklı merkezli büyümenin yarattığı problem ayyuka çıkmış durumdaydı. Liberal iktisatçıların dahi kabul ettiği ekonomik kırılganlık olgusu, daha derine inildiğinde emperyalist sisteme bağımlılık haline dönüşüyor. Bağımlılık olgusunun, ekonomideki kur değişkenliği üzerinden okunması son derece kısıtlayıcı. Bugünkü krizin, esas arka planında yatan olgular bütün bir üretim zincirinin bağlı olduğu kapitalist ilişkilerden kaynaklanıyor.

Örnek mi?

Büyümenin bel bağlandığı dış kaynak akışının nedeni, sadece modern ekonomik görünüm değil. Türkiye ekonomisi enerji kaynaklarına yeterli düzeyde sahip olmadığı için özellikle enerji ithalatçısı konumunda. Enerji ithalat ve ihracatından yaşanan dış açık yalnızca 2019 yılında 23 milyar dolar düzeyinde. Enerji ithalatı, toplam ithalat payı içinde yüzde 30’luk payı ile yıllara göre birinciliğini koruyor.

Makine ürünleri ithalatı da aynı şekilde ciddi bir dış açık unsuru haline gelmiş durumda. Makine ürünleri ithalatı ile kimyasal, plastik ve elektronik ürünleri ithalatının, toplam ithalat içindeki payı yüzde 30’lar düzeyinde. Böylece, ana sanayi için gerekli olan tüm ara malların ithalatı ve enerji ithalatı Türkiye sanayisinin temel sorunlarından biri haline dönüşmüş durumda. Bu durumda dış kaynak aktarımı yoluyla büyümek seçeneklerden en önemlisi haline dönüşmüş durumda.

Krizden çıkış olarak yansıtılan planın 2020-2022 arası hedefleri arasında yer alan büyüme oranlarının yüzde 5 ortalama ile seyretmesi hedefleniyor. Enflasyonun ve işsizliğin de tek haneli düzeye çekilmesinin hedeflendiği senaryoda, döviz kurları da bugünkü düzeylerine yakın seyretmesi hedefleniyor.

Sermayenin kısır döngüsü devrede

Matematiksel açıdan bir hayli iyimser düzeylere sahip olan hedefin, tutturulabilmesi ise ciddi bir tartışma konusu. Sadece işsizlik düzeyinin dahi planda hedeflenen düzeylerin yakınında seyretmediği bugün biliniyor. 2009 yılından bu yana görülen en yüksek işsizlik oranlarına erişildiği günümüzde, genç işsizlik oranı yüzde 27,4’e vararak rekor kırdı. Böylesi bir tarihi rekorla, büyümenin iki yolu var; dış pazarlara açılma veya iç pazarı büyütme.

Dış pazarlara açılma noktasında ise hem sanayi üretiminin arttırılması, hem de finansal kaynakların çeşitlendirilmesi gerekiyor. Sermaye sınıfının bu konuda bir hayli yol kat ettiği bilinse de, siyasi açmazlar bu noktada sermaye iktidarını zorluyor. Bir yandan Çin ve Rusya ile yapılmak istenen enerji ve teknoloji yatırımları, bir yandan da Almanya merkezli beklenen otomotiv yatırımları şu andaki “çıkış noktası” olarak görülüyor. Buradan gelecek yeni yatırımlarla kapasite sınırına dayanmış ya da yapısal olarak sınırlı bir düzeye sahip üretim düzeyleri yükseltilmek isteniyor.

Örnek olarak otomotiv sektörü, bu noktada stratejik bir yerde bulunuyor. Bugün, Alman tekeli Volkswagen ile yapılmak istenen anlaşma ile otomotiv sanayinin son raddesine kadar kullanılan kapasite arttırılmaya çalışılıyor, hem de Asya ve Afrika pazarına ihraç edilecek ürünlerle “döviz sorunu” aşılmak isteniyor. Ancak bu yatırımın da “politik unsurlara” bağlı olduğu Suriye sorunu ile birlikte ortaya çıkmış durumda.

Dolayısıyla geriye iç tasarrufları arttıracak yollara başvurmak kalıyor. Ancak tasarruf oranları ortalama düzeyleri bulmuş olsa da, beklenen yüzde 5’lik büyüme için bugünkü düzeyine göre yüzde 20 arttırılmak zorunda. Bugünkü tasarruf oranlarının düşüklüğü, üretim araçlarının yeniden üretimini sağlayacak yatırımların beklendiği düzeyde gerçekleşme imkânı bulunmuyor. Bu nedenle Sanayide ortalama büyüme oranları ile ekonomik büyüme oranları oldukça yakın seyrediyor. Sanayinin, büyümeyi tetikleyecek bir performans izleme şansı bulamadığı buradan ortaya çıkmaktadır. 2013-2018 yılları arasında ortalama Türkiye ekonomisi yüzde 5,5 düzeyinde büyürken, sanayi sektörü de yüzde 5,6 düzeyinde büyüdü.

Yıllar Sanayi Büyüme GSYH Büyüme
2013 9 8,5
2014 5,7 5,2
2015 5 6,1
2016 3,8 3,2
2017 9,1 7,4
2018 1,1 2,6
Ortalama 5,6 5,5

Tablo 1: 2013-2018 arası Sanayi ve GSYH Büyüme Oranı Karşılaştırması (Kaynak: TÜİK)

Sanayideki büyüme büyük oranda ihracat ve ithalat arasındaki makasın daralması kaynaklı olurken, kur artışı bu makası azalttı. Ancak, kapasite düzeylerinin aşağıya düştüğü gözlemleniyor. Özellikle 2015’teki düşüşten itibaren kapasite kullanım oranları ortalamanın üç puan aşağısında devam ediyor.

Kısıtlar, olanakları yerken…

Bu nedenle, sermaye sınıfı krizden çıkışın ana unsuru olarak yeni yatırımları görüyor. ABD’deki 2008 krizinden itibaren bu yana gelen parasal genişlemenin, teknik araçlarının sınırına dayandığı günümüzde emperyalist merkezler “negatif faiz” düzeylerini konuşmak zorunda kalıyor. Bu önümüzdeki dönem için bir tür “küresel durgunluk” sürecini tetikleme olasılığına işaret ederken, Türkiye’nin iç pazarı tetikleyecek kredi olanaklarını bulma şansı azalıyor.

Bu nedenle, sermaye sınıfı emperyalist tekellere sınırsız olanaklar sunma kabiliyetini arttırmak istiyor. Alman tekellerinin otomotiv sanayi için Türkiye tercihinde bulunması “emek ücretleri ve rekabet koşullarının iyi olmasına” bağlanırken, uluslararası tekellere aynı zamanda büyük devlet garantisi veriliyor. Sonucunda ister istemez iç pazarın belirli bir baskı altında tutulduğu bir kısır döngünün tetiklenmesi ve kamu açıklarının giderek finanse edilemez hale gelmesi olasılığı ufukta beliriyor.

Bu şartlar altında, sermaye iktidarının ve sınıfının yegane çıkış yolu olarak emekçilerin birikimine göz dikmesi kimseyi şaşırtmasın. Ortaya atılan kıdem tazminatı fonu, emeklilik sisteminin yenilenmesi, yeni özelleştirme dalgası vb… gibi olgular, sınıf mücadelesinin görünümünün önümüzdeki dönem ne denli sert geçeceğini gözler önüne seriyor. Bu durumda, ister karşı çıkalım, ister yanında duralım, devletçi ve merkezi planlamaya sahip bir ekonomik programın emekçiler için yegane çıkış yolu  gerçeği bir kez daha önümüze seriliyor.

İster inanalım, ister inanmayalım…

Hayatın bu gerçeği, işçi sınıfını siyaset sahnesine çağırıyor.