Taraflı, bağımlı, partili yargı
05-10-2019 07:15Yargının tamamen ele geçirilmesini hedefleyen AKP, 12 Eylül 2010 referandumu ile bu yolda da önemli bir kilometre taşını geçmiş oldu. Kurulun üye sayısı 3 katına çıkarılarak iktidar kanadının kontenjanı artırıldı. Böylece gerçekten bağımsız atanan üyeler azınlık konuma düşürüldü ve yargı “bağımlı” atamalar ile ele geçirildi!
Berkay Çelen
Hukukun “bağımsız” olması konusu hukukçular arasında belki de hiç bitmeyecek bir teorik tartışma olarak güncelliğini koruyor. Mevcut koşullardan bağımsız olarak, hukuk ve siyasi iktidar arasındaki ilişkinin nasıl olacağı; siyasi iktidardan bağımsız bir hukuk veya ideolojik olarak siyasal yapıya bağlı bir hukuk üzerine teoriler yenilenerek üretiliyor.
Bu kapsamlı teorik çerçeveden ülkemize baktığımızda karşılaştığımız şey ise 17 yıldır her fırsatta tekrarlanan “bağımsız – tarafsız” yargı açıklamaları ve elleri koparcasına alkışlayan Metin Feyzioğlu’ndan başkası olmuyor! Son “Yargı Reformu”na baktığımızda da bağımsız ve tarafsız yargı vurgusunu, ideolojik yargılama olmayacağı güvencelerini ve daha birçok “yeniliği” görüyoruz. Ancak işin aslına, AKP’li yıllardaki yargıya baktığımızda karşımıza bambaşka sonuçlar çıkıyor.
Savcılığa soyunan Başbakan ile rejimi yıkmak
AKP’nin iktidara geldiği ilk günden itibaren büyük bir dönüşüm hedeflediğini biliyoruz. Bu dönüşümün, 1923’te kurulan rejimin yıkılarak yeni bir rejimin yaratılması ile sonuçlanmasını hedeflediği de hepimizin malumu. İşte bu dönüşümde hukuk da kritik önem taşıyan hususlardan biriydi ve ele geçir(il)me süreci oldukça sancılı oldu.
İktidarının ilk yıllarında sürekli olarak “vesayet” eleştirisi yapan AKP, bu yıllarda liberaller ve “FETÖ” ile iktidarı paylaşıyordu. Özellikle kadrolaşma anlamında “FETÖ”nün büyük desteği ile devlet içinde yerleşme sorunu aşıldı. 2007 yılına gelindiğinde ise kadrolaşma tamamlanmıştı ve hukuk alanı ile ülke siyasetinin bütününe çok kapsamlı bir müdahale için düğmeye basılmıştı.
Ergenekon operasyonları ile başlayan süreci ODA TV, Balyoz, KCK davaları, ÇYDD’ye ve orduya dönük operasyonlar, Şike Soruşturması izledi. Birbirinden farklı gibi gözüken tüm davaları aslında aynı eller yönetiyordu. Kim olduğunun gerçekten de kimse tarafından bilinmediği “gizli tanık” ifadeleri ile hüküm kuruluyor, henüz duruşmalar sürerken Samanyolu TV kararları ekrandan veriyor, bu akıl almazlığın içinde ülkenin değerli aydınları hapse atılıyor, ölüme terk ediliyor, adlı adınca muhaliflikten hesap soruluyordu. Tüm bu süreçte iktidar mensupları ve o dönemki ortakları hep bağımsız yargıya güven vurgusu yapsalar da malumun ilanı çoktan gerçekleşmişti; dönemin başbakanı operasyonları eleştiren muhalefete “Bu davaların savcısı benim ben!” diye yanıt veriyordu. Tetikçi role bürünen yargı ve savcılığa özenen bir başbakan, memleketin altını oyuyordu. Şimdiki “kandırıldık” açıklamaları veya tüm suçu “FETÖ”ye atan beyanlar, tüm bu geçmiş hepimiz tarafından bilindiği için, Doğu Perinçek dışında kimseye inandırıcı gelmiyor olsa gerek!
Müdahaleler elbette bu kadar da değildi. Yargının tamamen ele geçirilmesini hedefleyen AKP, 12 Eylül 2010 referandumu ile bu yolda da önemli bir kilometre taşını geçmiş oldu. Kurulun üye sayısı 3 katına çıkarılarak iktidar kanadının kontenjanı artırıldı. Böylece gerçekten bağımsız atanan üyeler azınlık konuma düşürüldü ve yargı “bağımlı” atamalar ile ele geçirildi! Yıllar sonra bu değişikliğin de cemaat kadrolaşmasına yaradığı anlaşılınca HSYK’nın yapısında bir değişiklik daha yapıldı. Yapılan değişikliğin tek sonucunun ise kurumun isminin “HSK” olarak değiştirilmesi olduğunu söylemek sanırız ki yanlış olmayacaktır!
Kadrolaşmanın sonu: Yargı “teröristlere” teslim edilmiş
Eski rejimi yıkma hedefini gerçekleştiren AKP-Cemaat ittifakı, yeni rejimin kimin ağırlığı ile yürütüleceği konusunda anlaşmazlığa düştü. Erdoğan’ın dershaneleri kapatma girişimine cemaatin yanıtı yine yargı eliyle oldu, yıllarca bir araç olarak kullanılan hukuk bu kez iktidar ortaklarının kavgasının bir aracı olmuştu. Bir sabah uyanan ülkemiz yurttaşları, ülkenin 4 adet bakanının yolsuzluk soruşturmasının şüphelisi olduğunu öğrenmişti. Bu operasyona AKP’nin yanıtı da operasyon kararı verenlere operasyon yapmak olmuştu. Cemaatin en büyük ve en kanlı hamlesi olan 15 Temmuz ise hukukun kimlerin eline bırakıldığını bir kez daha göstermişti.
15 Temmuz sonrasında cemaate dönük başlatılan büyük savaşın hukuk alanında karşılığının olmaması elbette ki mümkün değildi. Mevcut hakim-savcıların dörtte birinden fazlası ihraç edildi ve birçoğu hakkında açılmış veya açılacak davalar mevcut. Bu da bir kez daha yargının kimlerin eline bırakıldığını gösteriyor. Ancak kanlı darbe girişiminden sonra da hukuksuzluklar olduğu gibi sürüyor.
Yargı makamları ve hatta meclis iradesi hiçe sayılarak ilan edilen KHK’ler ile iktidar büyük bir operasyona girişti. Binlerce insan mesleklerinden ihraç edildi, soruşturmaya tabi tutuldu, halen binlerce kişi de suçlarının ne olduğunu dahi bilmeden tutuklu yargılanıyor. Hiçbir yargı makamının denetleyemediği kararlar ile binlerce kişi bir sabah bir isim listesinde adını gördü ve mesleğinden oldu. Cemaat mensuplarına yapılan operasyonlara elbette ki kimse karşı değil ancak hukukun her zamanki gibi hiçe sayıldığı bir tablo mevcut ve bu operasyonlar yine muhalifleri de içine katarak ilerliyor. ( ‘Barış İçin Akademisyenler’ bildirisini imzalayan akademisyenlerin Erdoğan’ın bir açıklamasının ardından yaşadıkları ihraç ve yargılanma süreçlerini hatırlıyoruz. Bu örnek bile yargının ‘bağımlılığını’ göstermesi açısından yeterli.
Sonuç Yerine
17 yıllık AKP iktidarında yaşanan hukuksuzlukları saymakla bitiremeyiz ancak yazıyı toparlamakta fayda var.
Özetlersek; yaşanan ve hukuksuz olarak adlandırdığımız süreç aslında yeni rejimin bir ürünü. AKP, adlı adınca kendi hukukunu yaratmaya çalışıyor. İktidar kanadının sert tepkiler verdiği, hatta tanımadıklarını ilan ettikleri bazı kararlara baktığımızda ise halen cemaat mensuplarının izlerinin bulunduğunu, şimdilerde muhalifliğe soyunan eski cumhurbaşkanının atadığı üyeleri görüyoruz. Bu durum da yeni rejimin sürdürülmesi esnasında oluşan çatlakların hukuk alanına da sızdığını gösteriyor. Gerçekten mesleğini hakkıyla yaptıkları için hedef tahtasına oturtulan hukukçuları ayrı bir yerde tuttuğumuzu da es geçmeyelim.
Hukukun kendisinin nasıl iktidara bağlı olduğunu anlatmaya çalıştık. Bu nedenle, hukuk yoluyla olsa dahi, verilecek mücadelenin de ‘’bağımsız’’ olmayacağını, 17 yıllık tahribata karşı verilecek bir mücadelenin adlı adınca bir rejim ile verileceğini unutmamak gerekiyor. Gerçekten hukuk güvenliğinin, adaletin sağlanacağı bir rejimin nasıl kurulacağını bu yüzden hukukçuların da daha sık düşünmesi ve adalet mücadelesi için ‘’taraflı’’ olmaları gerektiğini de unutmadan.