Yaşasın Cumhuriyet!
26-10-2019 18:17Başkanlık rejimi ise “yeni” düzenin tesisinde önemli bir aşamadır. Başkanlığa geçiş “dönüşümün” de bir anlamı ile son noktası olmuştur. Devletin yeniden yapılandırıldığı, bütün kurum ve mekanizmalarının yeniden tarif edildiği bu süreçte önceki rejimden arta kalanlarda yapıya adapte edilmekte, “yeni” rejime uyum göstermemekte direnenlerse tasfiye edilmektedir.
Bilgütay Hakkı Durna
Emperyalizme karşı verilen bir savaş sonrasında ilan edilen 1923 Cumhuriyeti kuşkusuz tarihsel olarak bir ilerlemeyi ifade etmektedir.
Konusu bu topraklarda kurulan cumhuriyete (artık cumhuriyetlere) dair olan bir yazının, bu önerme ile başlaması gerektiğini düşünüyorum. Başa yazılması gereken budur. Evet, bu topraklarda cumhuriyet emperyalizme karşı verilen bir savaşın sonrasında, saltanatı ortadan kaldırarak kurulmuştur. Eklemek gerekiyor ki, 29 Ekim 1923 yılında ilan edilen cumhuriyet bir bütün olarak kamucu, aydınlanmacı ve bağımsızlıkçı bir kimlik oluşturmuştur.
Cumhuriyet kısa sürede devrimci atılımlarını yapmış, saltanatın kaldırılması sonrasında halifeliği de kaldırmış, tekke ve zaviyeleri kapatmış, laikliği devletin temel niteliği olarak kabul etmiş, kadının toplumsal yaşamdaki rolüne ilişkin önemli aşamalar kat etmiştir. Yine kuruluş ile birlikte, ülkenin kalkınması için de sanayi alanında önemli altyapı hamleleri yapılmıştır.
Esasen 1923 bir burjuva devrim sürecinin sonuçlanmasının simgesel bir tarihidir. Türkiye’nin devrimi kapitalist üretim ilişkilerinin az gelişmiş olduğu, burjuvazisinin ise emekleme aşamasında olduğu bir dönemde gerçekleşmiştir.
1923’ün bir tercihi de kapitalizm olmuştur. Bu daha cumhuriyet ilan edilmeden İzmir İktisat Kongresi’nde ifade edilmiştir. Bu tercihin (doğal) bir sonucu olarak, Türkiye Cumhuriyeti kuruluştaki ilerici kimliğini ileriye doğru taşımak bir yana çok kısa bir sürede içini boşaltmış ve nihayetinde terk etmiştir. Burjuvazinin egemenliği ve emperyalizme bağımlılık Türkiye’yi nihayetinde bugün içinde bulunduğumuz noktaya getirmiştir. 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında tercihini emperyalizmle tamamen bütünleşmekten yana yapan burjuvazi, bu sürecin de asli sorumlusudur. Kore’ye asker gönderilmesini ve ardından NATO’ya girişi ise bu dönemin simgesi olarak kabul edebiliriz.
İşgale ve saltanata karşı bir kurtuluş savaşı vererek bağımsız bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti elde ettiği bağımsızlığını bu sefer “işgale uğramadan” kaybetmiştir.
Kaybedilense tek başına bağımsızlık olmamıştır.
İkinci Cumhuriyet
AKP iktidarının on yedi yıl boyunca hayata geçirdiği süreç yeni bir rejimle noktalanmıştır. Bu yıllar boyunca düzen siyasetinde bir mücadele yaşanmış, toplumsal alanda ise bir dizi direnç ortaya çıkmıştır. Ancak, nihayetinde “yeni” rejim kurulmuştur. Yaşanan süreç içerisinde dönemin başlangıcını kesin bir tarih üzerinden tanımlamak mümkün olmasa da 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu ve takip eden 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri baz alınabilir.
Bu dönemi İkinci Cumhuriyet kavramı ile adlandırmayı tercih ediyoruz. Kastedilense esas olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin felsefesinde ve rejiminde köklü bir dönüşüm, 1923 Cumhuriyeti’nin tasfiyesidir. Kuruluş felsefesinden, aydınlanmacı, bağımsızlıkçı kimliğinden tamamen ayrı bir hatta yeni bir “cumhuriyet” kurumsallaştırılmaktadır. Bir yandan dinselleşmenin kurumsallaşması ve hukuksallaşması hedefi ile hareket edilmekte, diğer yandan dış politika da hayaller hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Tüm bunların yanında emeğe ve emek güçlerine karşı kuralsız müdahalelerde bulunulmaktadır.
1923 Cumhuriyetinin çözemediği ve bu oranda da krize dönen başlıklarından biri olan “gericilik” başlığı, yeni dönemde rejimin en üst değeri haline dönüşmüştür. Başkanlık rejimi ise “yeni” düzenin tesisinde önemli bir aşamadır. Başkanlığa geçiş “dönüşümün” de bir anlamı ile son noktası olmuştur. Devletin yeniden yapılandırıldığı, bütün kurum ve mekanizmalarının yeniden tarif edildiği bu süreçte önceki rejimden arta kalanlarda yapıya adapte edilmekte, “yeni” rejime uyum göstermemekte direnenlerse tasfiye edilmektedir.
Burada hatırla(t)mak gerekiyor ki İkinci Cumhuriyetin tek savunucusu AKP değildir. Kaldı ki başkanlık sistemi de (güçlü bir yürütme) esasen AKP’nin değil sermaye sınıfının tercihidir ve bu da yalnızca Türkiye’ye özgü bir arayış/çözüm değildir. Tüm bunlardan öte düzen içi hiçbir aktörün İkinci Cumhuriyet rejimi ile “artık” bir sorunu da bulunmamaktadır. Aralarındaki “mücadele” yalnızca rejimin yapılandırılmasının nasıl olacağına ilişkindir.
Normalleşme
Şimdi gelinen nokta “normalleşme” arayışıdır. Düzenin içinde bir “normalleşme” arayışı bulunmaktadır. Gerek sermaye sınıfının gerekse emperyalist odakların talepleri ya “gönüllü” ya da “zorunlu” olarak dikkate alınmaya başlanacaktır. Eskisi ve yenisi ile düzen içi aktörlerde buna göre hazırlıklarını yapmakta ve dizilmektedir. Zaten iktidar cenahı da şu anda gündemde olan Yargı Reformu Strateji Belgesi üzerinden Türkiye’nin hem AB’ye tam üyelik isteğinin devam ettiği hem de 2002’den bu yana yürüttüğü reform iradesini sürdürdüğü sonucuna varılmaktadır demektedir.
Sol açısından sorun, bu normalleşmenin sanki bir “demokratikleşmeye” tezahür etmesi gerektiği düşüncesidir. Bu nedenle ya “normalleşme” olasılığına itiraz edilmekte ya da sonuçları nedeni ile hayal kırıklığına uğranılmaktadır. Oysa kastedilen 2017 Nisan’ında yapılan Anayasa Referandumunda kabul edilen başkanlık sisteminin (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi) kurumlarının oturtulması isteği ve çabasıdır. Burada da basit bir bürokratik meşgaleyi kastetmediğimiz sanırım anlaşılıyordur. Çaba İkinci Cumhuriyet olarak adlandırdığımız, AKP eli ile vücut bulan ve 1923 Cumhuriyeti’nin kuruluş paradigmalarının yerine inşa edilen rejimin yerleştirilmesi çabasıdır. Tekrar belirtelim ki düzen içinde yürüyen mücadele, rejimin yapılandırılmasının nasıl olacağına ilişkindir. Bu başlıkta arayışlar çok yönlüdür ancak seçenek hala belirsizdir.
Kurtuluş- Kuruluş
Tüm bunların yanında, kapsanamayan/kapsanması mümkün olmayan geniş bir toplam (cumhuriyetçi, yurtsever kesimler) rejimin kriz başlıklarından birine dönüşmüştür. Kürt sorununda da düzen içi çözümler bir türlü hayata geçirilememektedir. Önceki cumhuriyetten devralınan bu başlık çözülememektedir.
Bahsi geçen geniş toplam, ısrarla “ne yapmalı” sorusuna cevap aramaya devam etmektedir. Bu soruya doğru bir şekilde yanıt vermek içinse, bu yazının kısıdı içinde oldukça sınırlı şekilde ifade ettiğimiz “yeni” dönemi, rejimin kavuşmuş olduğu görünümü ve bunun siyasal ve toplumsal alana nasıl yansıyacağını doğru bir şekilde okumak ve analiz etmek gerekmektedir.
Birinci Cumhuriyet sona ermiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin dengelerinde geri dönülemez değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Evet, kamuculuktan, aydınlanmadan, bağımsızlıktan eser kalmamıştır. Ancak bu değerler topraklarımıza kök salmıştır ve sökülemezler. Kapitalist sistem ise bakidir. Sermaye egemenliği devam etmektedir. Burada tartışmasız bir süreklilik bulunmaktadır.
Diğer yandan, böylesi vakitler herkesçe “kurtuluş”un da arandığı dönemlerdir. Arayış yine, 1923’te olduğu gibi çok yönlüdür. Ancak, artık kapitalizmin sınırları arasında formüller arama çabası bırakılmalıdır. Orada kurtuluş yoktur. Kamuculuk, aydınlanmacılık, bağımsızlıkçılık sosyalizmin (de) ayağını bastığı zemini ifade etmektedir. Ve aslında bu değerler günümüzde ancak sosyalizm tarafından ileriye taşınabilir durumdadır. Başkaca bir sahibi de bulunmamaktadır. Şöyle bir bakıldığında dahi bu durum anlaşılmaktadır.
Evet, herkesçe “kurtuluş” aranmaktadır. Oysa unutmamamız gereken, bu arayışımızın cumhuriyete ilişkin olduğudur. Bu nedenledir ki, aradığımız “kurtuluş” ile birlikte “kuruluş”tur.