RÖPORTAJ | 'Sanat doğası gereği kaçınılmaz olarak politiktir'
“Kitabın “estetik hesaplaşma” ile politik hesaplaşmanın bir ve aynı şey olduğu iddiasını taşımasının yanı sıra nasıl bir tarihsel uğraktan geçtiğimize tanıklık edeceğini ve ülkemizde pek de ihtiyaç duyulmayan “hafıza tazelemesine” katkıda bulunacağını umuyorum. Walter Benjamin’e atfedilen sözle: ‘Bir kitap doğru okuruna rast gelene kadar bin yıl bekleyebilir’. Tersi de olursa ne yapalım…”
Yeni Ülke Yayınları’ndan çıkan “Sosyalizm Sanat Edebiyat” kitabı geçtiğimiz haftalarda okuyucular ile buluştu.
Kitap, kültür ve sanat alanına sermayenin, gericilerin, liberallerin müdahalesinden sosyalist aydın-sanatçılarla yapılan söyleşilere kadar birçok başlığı barındırıyor. Kitabın yazarı, aynı zamanda şair olan Cengiz Kılçer ile kitabı hakkında söyleştik…
-Zor bir alanda önemli bir kitap yazdınız. Bu kitap için sanat alanında kılıç çekme tanımlaması yapabilir miyiz?
Kitapta yer alan yazılarda ülkenin kültür-sanat ortamındaki çöküşü ve maskaralığı,-elbette Marksist açıdan- eleştirel bir biçimde serilmemeyi denedik. Edebiyatta, resimde, müzikte, heykelde, fotoğrafta, sinemada, dijital medya, performans, enstalasyon vs. alanlarda işlenen temalara bir bakın. Örneğin bir tanesinde bile emekçi bir baba olarak İsmail Devrim’in çocuğuna ‘okul pantolon alamıyorsam niye yaşıyorum ki?’ deyip intihar etmesini; yine 26 yaşındaki işsiz tarım emekçisi Emine Akçay’ın 8 aydır kirasını ödeyemediği evinin bir odasında çocuğunun ısınması için saç kurutma makinesini çalıştırıp, diğer odasında da kendini tavana asarak intihar etmesini işlenmez. Sanatçı açısından ne kadar korkunç bir şey değil mi? Kültürel sermaye sahiplerinin “Küreselleşmenin, sanatı bir pazar olarak dünyaya takdim etmesi” “sanatın küresel bir pazar olarak oldukça iştah açıcı bir görünüm vermesi ve önemli sermaye birikimlerinin farklı merkezlere yönelmesi” ”sanatçının özgürlüğü” gibi histerik martavalları emekçileri yoksulları işsizleri halkı zerre kadar ilgilendirmez. Sanata bakmak için zaman harcamak istemiyorlar ve bunun kültür sanat pratiklerinin kapalı bir devre olduğunu düşünüyorlar. Çağdaş sanat, içinde yaşadığımız dünya hakkında bize gerçekten ne anlatıyor? Hiç!
“Kılıç çekme” meselesine gelince… Andrey Jdanov, 1946’da “Leningrad” dergisinin onuncu sayısında yer alan yazar Alexander Khazin’in “Onegin’in Dönüşü” adlı parodi oyununu eleştirirken bir örnek verir: “Yalnızca bir tek ayağının ezilmesiyle paçayı kurtardı./Ve yalnızca bir kez, karnına vurulduğu zaman/ Kendisine ahmak dendi./Eski gelenekleri anımsayarak,/Bir düello ile bu hakarete karşılık vermek istedi/Ceplerine baktı, ama/Birisi eldivenlerini iç edivermişti/Hayal kırıklığıyla Onegin/Boyun eğip susmayı yeğledi.” Tek ayağının ezilmesiyle paçayı kurtaran, karnına vurulan, biz sosyalistlere ahmak diyen liberal yazarçizerleri düelloya davet etmek için cebimizdeki eldivenlerimize yani kavramlarımıza bakıyoruz ama o da ne? Liberaller kavramlarımızı çalmışlar. Hayal kırıklığıyla boyun eğip susmayı yeğlemeyeceğiz. Sanat ve sanatçı arasındaki sınırın belirsizleştiği ve aslında tamamen ortadan kalktığı bir tarihsel uğrakta evet bu bir “kılıç çekmedir” diyebiliriz.
-Bugün sermayenin ve gericilerin bu alana müdahalesi ciddi boyutlara varmış durumda. Kitaplar bankaların yayınevinden çıkıyor, müzeler büyük sermaye gruplarının tekeline geçiyor, devlet tiyatroları gericilerin denetimi altına giriyor… Buradan başlayalım. Neden bu kadar üşüştüler bu alana?
İkili bir yanı var bunun. Birincisi sermaye için sanat ürünlerini çoğaltılmak ve kitlesel olarak tüketilmek üzere piyasaya sunmak kültür endüstrisi cazip ve kolay bir alan. Örneğin kültür endüstrisi diğer metaların tüketiminden çok daha süratli bir kâr sağlayabiliyor. Dolayısıyla kültür endüstrisi sermayenin bu alana çok daha fazla ilgi duymasına ve yatırım yapmasına yol açıyor. David Harvey’in söylediği gibi: “tekelci rantlar daima kapitalist arzunun bir nesnesiyse, o zaman kültür, tarih, miras, estetik ve anlamlar alanına müdahale ederek tekelci rant kazanılmasını sağlayan araçlar bütün kapitalistler için kaçınılmaz olarak büyük öneme sahip demektir.”
Sabancı, Koç, Eczacıbaşı, Şahenk, Zorlu gibi benzeri sermaye gruplarının yanında irili ufaklı şirket, banka ve holdingler, yayınevleri, bienaller, kültür ve sanat festivalleri aracılığıyla kültür ve sanat alanında müdahil olmakla kalmadılar söz ve iktidar sahibi de oldular. Üretim araçlarını elinde bulunduranların, aynı zamanda -kendilerine ait olan- kültürel/sanatsal tasarrufları ve temsilleri birer iktidar, nüfuz oluşturma ve tahakküm aracı olarak kullandıklarını unutmamalı.
İkincisi AKP 17 yıl sonra politik iktidar ile kültürel iktidarın başka başka şeyler olduğunun farkına vardı. Bunca yıldır muktedirler ama hâlâ toplumsal ve kültürel iktidar alanında sorun yaşadıklarını itiraf etme noktasındalar. Kültür sanat alanına özel önem verdiler ve kendi vasat düzeydeki “kültür ve sanat insanlarıyla” sorun olarak gördükleri bu alana dair “sürekli istişare içinde olmaya ihtimam gösterdi”ler… Buna rağmen kültür-sanat alanında yeteri kadar mesafe kat edemediklerinden dolayı hep hayıflanıyorlar. Kültürü “en az terörle mücadele, dış politika gibi önemli bir beka meselesi olarak” gördüklerini ifade ediyorlar. Bir yandan bir meşruiyet sorunu yaşıyorlar öte taraftan ise öncelikle, 1923 Cumhuriyet’inin kültürel ilerlemelerine ve kazanımlarına daha en başından düşmanca bir tavır modernleşmeye karşı bir direnç oluşturma çabasındalar. Daha iki yıl önce “Unutmayınız, siyasi iktidar seçimle, oyla, sandıkla olunabilir; ama kültür iktidarı için çok daha farklı bir birikime, emeğe, çalışmaya, dirsek çürütmeye, alın teri dökmeye ihtiyaç vardır.” demişlerdi.
-Özellikle liberal kesimden duyduğumuz sanat ve siyasetin birbirinden ayrılması gerektiği meselesi yıllardır konuşulur ama sanırım son yıllarda daha çok karşımıza çıkıyor. Bu konuda ne söylersiniz?
İyi eğitimli, liberal seçkinlerden oluşan bir okur yazar zevata sormak gerekir: Suriye’nin meşru ve halkı tarafından seçilmiş Devlet Başkanı Beşar Esad’a “İstifa dışında ne yazık ki sizi ve ailenizi bekleyen tek yol var: Saddam Hüseyin veya Kaddafi gibi ölüm.” diyen Orhan Pamuk, Ergenekon/Balyoz kumpaslarının senaristleri Ahmet Altan, Yasemin Çongar, ABD eski Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile panellerde “Başta Suriye olmak üzere dünyanın sıcak gündeminin masaya yatıran” Ece Temelkuran bu isimlerin hepsi edebiyatçı ama…
Sanat doğası gereği kaçınılmaz olarak politiktir ve bizim tarafta da sanat ile siyaset arasındaki ilişkiyi sürekli ve yeniden düşünmek için yeni bir alan açacak pratiklere ihtiyaç var.
Kitabınızda birçok ismi ve eseri ele almışsınız ve neredeyse tüm yazılarda isim ve eserlere dair çok bilinmeyen, gündeme gelmeyen bilgileri paylaşmışsınız. Bir nevi önemli bir araştırmacılıkla karşı karşıyayız. Sanıyoruz ki kitabı özel yapan bir başka şey de bu.
Sağ olun çok önemli mi şimdiden bilmek olası değil ama “araştırma” vurgunuz doğru. Marx’ın sözleriyle “Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; “Radikal olmak, şeyleri kökünden kavramaktır.” bu bakış açısından hareketle sanat kültür meseleleri irdelenmeye çalışıldı kitapta.
Kitabın “estetik hesaplaşma” ile politik hesaplaşmanın bir ve aynı şey olduğu iddiasını taşımasının yanı sıra nasıl bir tarihsel uğraktan geçtiğimize tanıklık edeceğini ve ülkemizde pek de ihtiyaç duyulmayan “hafıza tazelemesine” katkıda bulunacağını umuyorum. Walter Benjamin’e atfedilen sözle: ‘Bir kitap doğru okuruna rast gelene kadar bin yıl bekleyebilir’. Tersi de olursa ne yapalım…