Sanat ve Sosyal Meseleler
Sosyal roman deyince sosyal olayların şuuruna sahip romancıların, bu şuurun ışığında yazılmış eserlerini anlamak lazımdır. Böyle bir şuura sahip olmadan, tuhaf yahut garip bulduğu, yahut kendisini herhangi bir şekilde ilgilendirdiği için kişilerin yaşayışlarını, ruh hallerini, maceralarını kaleme alan, bazı ikinci derecede, hatta ehemmiyetsiz taraflarını büyük gerçekler diye hikaye eden romancıların romanlarını sosyal romana sokamayız.
Oktay Rıfat
Son zamanlarda resmi sanat piyasasına bakarsanız, bazı politikacı edebiyatçıların ağız birliği etmiş gibi, sanatçılarımızın politika ile, sosyal meselelerle uğraşmalarına engel olmağa çalıştıklarını görürsünüz. Bunlar diyorlar ki:
-Sanatçı kısmı, yüz yıllar boyunca değerleri değişmemiş büyük meseleleri büyük gerçekleri ele alır. Ruh, Allah, kainat gibi koca koca davalarla başetmeğe çalışır. Büyük sanatçılar, toplum işlerine karışmış, karışmamışlardır da.
Bu iddianın sakatlığını belirtmek için, hemen bütün büyük sanatçıların sosyal meselelerle ilgilendiklerini, hatta belirli politika hedefleri uğrunda çeşit çeşit çarelere başvurarak mücadeleye giriştiklerini hatırlamak yetişir. İşte Beaudelaire, Hugo, Balzac, işte büyü besteci Beethoven, işte bizim bütün şairlerimiz Ziya Paşa, Namık Kemal, Fikret, Akif. Saymakla bitmeyen irili ufaklı farklı bir sürü sanatçı.
İşte memleketlerinin nazi çizmesinden kurtulması uğruna bir elde silah, bir elde kalem savaşmış yeni Fransız sanatçıları. Evet, sadece hatırlamak bu iddianın ne kadar çürük olduğunu ispata elverir.
Gel gelelim, resmi sanat piyasasının sürümcüsü bu politikacı edebiyatçılar, her zaman bu kadar çocukça çöz etmekle kalmayıp, çoğumuza doğru gibi görünebilecek yazılar da kaleme alıyorlar.
Mesela; Bay Peyami Safa, her romana sosyal roman gözü ile bakılabileceğini, bu yüzden ayrıca sosyal roman diye bir şey olamayacağını iddia eden bir yazısında (1) kısaca şöyle laflar ediyor: Edebiyatında bir takım sözde meseleleri vardır. Bu sözde meselelerin harekete getirdikleri fikirler arasındaki zıddiyet, terimlere verilen manaların indiliğinden meydana gelir. Her parça, kendisinden daha küçük parçaların bütünü ve her bütün kendisinden daha büyük bütünlerin parçası olduğuna göre fert ve cemiyet mefrumları arasında bir mahiyet farkı yoktur. Mutlak manasile bölünmezlik ifade eden ferdiyete ne fiziko-şimşik, ne biyolojik, ne de ruh ve cemiyet alemlerine raslanır. Bu müşahede edebiyata tatbik edilirse, her roman ayni zamanda hem ferdin, hem de cemiyetin ifadesidir. Roman kahramanlarının huy, fikir ve hareketleri, sosyal amillerin birer neticesi olduğu için, her tip, cemiyet hayatına açılmış bir penceredir. Sosyal roman diye bir şey olamaz. Nasıl olsun ki, her roman sosyaldir. Çünkü insan sosyal bir hayvandır ve romanın konusu insandır.
Sosyal roman isteyenlerin çoğu, sosyalist roman davasında iseler, mesele değişir. Sanatla politika arasındaki hegemonya havasına girilmiş olur, tezli romanın yasamalığı bahsi açılır. Yine bir sözde meseleye dalmışız demektir.
Romanın her çeşiti ister istemez bir telakkinin ifadesi olduğu için zaten tezsiz roman yoktur. Ancak bu tezin romanda zımni bir halde kalması mı, hendese davası gibi sarih ve ispatlı olması mı gerektiği konuşulabilir. Bundan da yine meselelerin meselesi doğar, aynı soruyla karşılaşırız: roman gerçeğin aynısıdır. Demek ki romanın en halis meselesi onun gerçekle münasebetinde karar kılıyor.”
Doğru gibi görünüyor ama doğru değil. Bir kere kişi ile toplum arasında bir bütün ve parça münasebeti kurmaya çalışmak yanlış. Yanlış, çünkü ruhbilim dediğimiz nefis bilgisinden ayrı bir toplum bilgisinin bir toplumbilimin meydana çıkışı, toplumun kişilerden ayrı bir nesne olmasına bağlı.
Bakınız filozofi öğretmeni Marcel Deat, Sociologie adlı kitabında ne diyor: “Toplumun kişilerden kurulduğu doğrudur. Ama bu, toplumun, tahlil edildiği zaman bu psişik çoğunluğa müncer olması demek değildir. Durkheim’in ortaya attığı bu görüş, çekirdek halinde Auguste Comte’ta da vardı.”
Durkheim ise Les Regles adlı kitabının ön sözünde: “Kollektif şuur hali, kişinin şuur halinden ayrı bir şeydir. Toplumun zihniyeti kişinin zihniyetinden başkadır. Toplumun zihniyeti özel kanunlara bağlıdır.” diyor. Daha fazlasını söylemek, bilgiye realivite nazariyesinin, büyük sayılar kanunu fikrinin uygulanmasından sonra, tekle çok, kişiyle toplum arasında büsbütün derinleşen uçuruma dair uzun uzadıya söz etmek istemiyoruz. Görülüyor ki Bay Peyami Safa’nın toplumla kişi arasında bir mahiyet farkı görmek istemeyişi bilgiyle bağdaşamaz. Zira bütün toplumbilimciler, toplumun kişiden ayrı bir varlık olduğunda sözleşmiş gibidir. “’Sosyal roman’ diye bir şey olamaz. Nasıl olsun ki, her roman sosyaldir. Çünkü insan sosyal bir hayvandır ve romanın konusu insandır.” Cümlelerine gelince şurasını belirtmek isteriz ki “ Tıbbın konusu insan sağlığıdır. İnsan sosyal bir hayvandır. Şu halde tıp sosyaldir.” hükmü ne kadar boş, ne kadar zoraki ne kadar şişirme ise, bu cümleler de o kadar boş, o kadar zoraki, o kadar şişirmedir.
Şişirmeliği sosyal kelimesine belirli bir anlam verilmek istenmeyişinden de belli. Öyle ya, buradaki sosyal sözü ne demektir? Roman sosyal bir üründür, demek mi? Yoksa toplumla ilgilidir demek mi?
Yoksa bunlardan hiç biri değil de her roman sosyal roman demek mi? Eğer böyle ise, biz de şunu diyelim ki romanın konusu insandır diye her roman sosyal roman olamaz. Sosyal romanın özellikleri vardır.
Sosyal roman deyince sosyal olayların şuuruna sahip romancıların, bu şuurun ışığında yazılmış eserlerini anlamak lazımdır. Böyle bir şuura sahip olmadan, tuhaf yahut garip bulduğu, yahut kendisini herhangi bir şekilde ilgilendirdiği için kişilerin yaşayışlarını, ruh hallerini, maceralarını kaleme alan, bazı ikinci derecede, hatta ehemmiyetsiz taraflarını büyük gerçekler diye hikaye eden romancıların romanlarını sosyal romana sokamayız. Peki ama acaba bu çeşit romandaki kahramanlar, Bay Peyami Safa’nın iddia ettiği gibi bir bakıma toplum gerçeğini aksettirmezler mi? Bu kahramanlar, olsa olsa kendi toplum şartlarını aksettirebilirler ki, bu da tolum gerçeğinin kendisi değil, gölgesi, kırıntısıdır.
Sözü uzatmayalım, bazı politikacı yazarlarla beraber Bay Peyami Safa’nın da, sanatçıları sosyal meselelerle uğraşmaktan alıkoymaya, sosyal romanı psikolojik romana ilhak etmeye çalışması akıntıya kürek çekmekten başka bir şey değildir.
(1) HÜR Gazetesi, Şubat 1947, Sayı: 1