Seçim siyaseti, sol siyaset ve devrimci siyaset
Bugün AKP’ye dönük olarak büyük bir toplumsal tepki var. Bugün düzen güçleri arasında yeni bir arayış da var. Sorun, işte bu toplumsal tepki ile düzen güçleri arasındaki yönelim farklarının kesişmesidir. Devrimci siyaset benzeşerek değil, ayrışarak devrimci gücünü yaratabilir. Bugün emperyalizme, sermaye ve gericiliğe karşı topyekûn, bu üç başlıkta herhangi birisinden ödün vermeden bir mücadele pratiği sergilenmesi gerekiyor. Bugün solun önündeki en büyük görev bağımsız bir devrimci siyasi odağın ortaya çıkarılmasıdır.
Kurtuluş Kılçer
Komünistler takiye yapmazlar, görüş ve düşüncelerini gizlemezler, ne şirin gözükmek için ne de çekindiklerinden dolayı politik doğruları ifade etmekte tereddüt etmezler. CHP’yi işaret edip CHP karşıtı gözükerek tabanlarına ya da yıllardır CHP karşıtlığı yapıp bugün CHP’ye oy atma çağrısı yaparak halka takiye yapmak komünistlerin işi değildir.
Komünistler açısından mesele emekçi sınıfların tarihsel çıkarlarının temsiliyetini üstlenmek, emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkinin tarafı olmak ve devrimin çıkarlarını gözetmektir. Doğaldır ki bu saikler, herhangi bir seçim siyaseti ile karşılaştırılamaz. Seçimler, komünistler için siyasal mücadelenin bir parçasıdır; ancak siyasetlerinin bütününü oluşturmaz.
31 Mart İstanbul seçimlerinin AKP-MHP gerici-faşist bloku tarafından iptal ettirilmesi “hukuk ve demokrasinin” nasıl ayaklar altına alınabileceğini bir kez daha gösterdi. CHP adayı İmamoğlu’nun mazbatasının hukuki ve inandırıcı hiçbir gerekçeye dayandırılmadan iptal edilmesi ve seçimlerin yenilenme kararı açıktır ki İmamoğlu’na yönelik bir “haksızlık” durumudur. Ancak bugün AKP’ye dönük toplumsal tepkinin alternatifi haline gelen İmamoğlu’nun “haklı” olması ile “doğru” olması bir ve aynı şeyler değildir. Meselemiz tek başına isimler de değildir; daha 10 ay önce büyük bir rüzgar estiren Muharrem İnce’nin bugün siyaseten unutulması ve İmamoğlu’nun bugün bir alternatif olarak ortaya çıkması, meseleyi isimlerden azade şekilde ele almamız gerektiğini gösteriyor. Esasen her iki düzen içi alternatif de toplumda AKP iktidarına yönelik büyük bir toplumsal tepkinin ve arayışın varlığına işaret ediyor. Bahsettiğimiz AKP karşıtı toplumsal tepkinin ve arayışın adresi olarak dün İnce’nin bugün ise İmamoğlu’nun gösterilmesi sosyalistler açısından politik ve ideolojik olarak “doğru” kabul edilemez.
Komünistler olarak, görüş ve düşüncelerimizi eğip bükmeden bir kez daha ifade etmemiz gerek. CHP, solculuğun üç temel düsturunda da ‘doğruda duran bir parti’ değildir. Sermaye karşıtlığı, emperyalizm karşıtlığı ve gericilik karşıtlığı söz konusu olduğunda CHP’nin çizgisi bellidir. CHP, NATO’dan çıkılmasına evet ya da Avrupa Birliği emperyalizmine hayır diyemeyen, TÜSİAD tarafından gizli-açık desteklenen, laikliği gündeminden tamamen düşüren, adım adım sağa kayan ve merkez sağ yelpazeye yerleşen bir burjuva partidir. Bugün AKP’nin karşısında CHP’nin bir alternatif olarak çıkması veya toplumsal kesimlerin CHP’yi, AKP karanlığına-baskısına ve emek düşmanlığına karşı ‘artık yeter’ diyerek “umut” olarak görmesi CHP’nin bu niteliklerini ortadan kaldırmıyor.
Türkiye gibi orta gelişkinlikte kapitalist bir ülkede CHP’nin “yeni bir kopuş” getireceğini ya da “yeni bir kuruluş” hedeflediğini düşünen var mı? Sınırlar doğrudan kapitalist sistemle, sermaye sınıfın çıkar ve tercihleriyle ve emperyalist dünyayla girilen organik ilişkilerle çiziliyor çünkü. CHP, kurulan yeni rejimin yerleşme sorununda ve ortaya çıkan tahribatın giderilmesinde “toplumsal uyum”un sağlanması gerektiğini söylemektedir sadece.
Kaldı ki bugün tıkanan burjuva siyasetinde (ekonomik kriz, dış politikadaki tıkanma, emperyalizmle ilişkilerdeki sıkışma) yeni bir uyum arayışının, hem İmamoğlu tarafından hem Gül-Babacan-Davutoğlu gibi AKP içinden aktörlerle hem de TÜSİAD tarafından dillendirilmesi tesadüf mü? Toplumsal uyum söylemi dışında bu uyumun gerek ekonomik gerek politik gerekse askeri anlamda emperyalizmle ilişkileri yeniden rayına sokma niyeti taşıdığı açık olsa gerek. Bugün ortaya çıkan politik tablonun arka planı tam da sermaye düzeninde yaşanan sıkışma ve tıkanıklıktır. Aranan uyum süreci ile AKP’nin 17 yıllık iktidarının yaratmış olduğu tahribatın düzeltilmesi, kurulan 2. Cumhuriyet rejimin yerleşmesi ve ekonomik krizin “ertelenmesi” murat edilmektedir. Bugün CHP’nin başka bir misyona sahip olduğunu iddia etmek doğru değildir; sermaye düzeninde CHP bir kez daha göreve çağrılmaktadır. Ilımlı-uyumlu İslam denilerek önü açılan siyasal İslamcılıkla buraya kadar gelinmiş, makas açılmıştır. Bu makasın açılmasında İhvancılık başta olmak üzere Ortadoğu’da siyasal İslamcılığın duvara çarpması ile Suriye’de oluşan denklem ve sermaye sınıfı açısından ekonomik kriz önemli bir yer tutmaktadır. Açıktır ki sermaye düzeni ve devleti açısından makasın kapatılmasının, sıkışma ve tıkanmanın ortadan kaldırılmasının yolu emperyalizmle belli açılardan uyumdan geçmektedir. Önümüzdeki dönemde Suriye’de emperyalizm ve Türkiye sermaye devleti arasındaki yakınlaşmanın, başta Kürt sorunu olmak üzere bütün düğüm noktalarında kendini hissettirmesi beklenmelidir. (Bir burjuva parti olarak AKP de bunun farkındadır, mesele “toplumsal onay”ı kimin alacağıdır. CHP ile AKP arasındaki farklardan biri de, birinin muhalefette diğerinin iktidarda olmasıdır. Her muhalefette olanın israf karşıtlığı, adil düzen, birlik-beraberlik gibi söylemler üreteceği siyasi popülizmin doğasında var. Eğer AKP muhalefette olsaydı CHP söylemlerine benzer söylemler üretmeyeceğini kim iddia edebilir?)
Bugünkü siyasal tablo, yani düzen siyasetinde ortaya çıkan, burjuva aktörlerin odağında durduğu kutuplaşma ve iki aktörlü “yoğun siyasi gerilim”, Türkiye solunda bazı kesimler açısından ise “cephe siyasetini” başat hale getirmiş bulunuyor.
Aslında bu durum yeni değil. Türkiye sosyalist hareketinde “bağımsız siyasal odak” oluşturma iradesi ve hedefi çoğu zaman akamete uğramış, her zaman güncel siyasetin baskısı altında kalmıştır. Dün de böyleydi bugün de… Bu açıdan sosyalist hareketin genel olarak tarihine bakıldığında bugün yaşanan “sıkışma” halini maalesef istisna olarak göremeyiz. Demek ki geçmişten ders çıkarılmamış, yanlış tercihler alışkanlık halini almış, üstelik sosyalist hareket de bu sıkışmayı çözecek bir denklem hala üretememiştir.
Örneğin 1977 seçimleri, örneğin 12 Eylül hemen sonrası, örneğin 1989 belediye seçimleri gibi… Hatta 12 Eylül’den çıkış için ANAP’ın bile desteklenmesi gerektiğini söyleyenler bile çıkmıştı. Saikleri her seferinde başka başka olsa da; tartışmalar ve gelinen nokta her seferinde aynıdır. Bu politikalardan beklenilenin tersine, Ecevit gelmiş 12 Eylül önlenememiş; Özal gelmiş ama cunta yerini tam boy piyasacılığa, çürümeye ve gericiliğe bırakmıştır.
Bugün 31 Mart seçimlerine bakılırken, ortaya çıkan toplumsal tepki ve siyasi kutuplaşma, sermaye düzeninin nasıl bir yönelime gireceği tartışmalarının da bir sonucudur. Açıktır ki bugün hem AKP’li hem AKP’siz tercihlerin masada olduğu bir düzen siyaseti var karşımızda. Burjuva siyasetin yaşadığı sıkışmanın temel zeminini ise yukarıda ifade etmiştik.
Buradaki asıl tartışma konusu, faşist ve dinci gerici burjuva kanatlarının geriletilmesinin objektif olarak solun önünü açacağı tespiti.
Uzatmadan; bu tespit gerek şarta işaret eder ancak bu tespitin bir de yeter şartının olması lazım. Eğer süreçler solun önünü açacaksa aynı zamanda önünün açılacağı bir solun da olması gerekmektedir. İşte kırılma noktası budur.
Solun önünü açması beklenen objektif süreçlerde, önü açılacak bir sol olunabilmesi için, solun kendi mevcudiyetini ortaya koyması gerektiği gibi aynı zamanda süreçlerin politik-ideolojik olarak “sol odağının” teşkili de gerekiyor. Bu, CHP’nin parçası, destekçisi, yancısı olarak ya da gölgesinde ise yapılamaz.
Eğer, devrimci bir siyasal çizgi ve özne yoksa, ortaya çıkan krizin ya da toplumsal hareketlerin kapitalizm koşullarında, kapitalist sistem içinde varacağı noktanın restorasyon ve reformdan öte olamayacağı bilinmelidir!
Ve bugün AKP eliyle kurulan gerici sermaye diktatörlüğünün elbette “geriletilmesi” önemlidir ve emekçi sınıfların kurtuluş mücadelesinde alan ve ön açıcı bir işleve sahip olabilir. Ama sadece bu kadar.
Aynı zamanda, tersinden, böylesi bir durum toplumsal tepkinin düzen tarafından soğrulmasını da getirebilir. Ya da bugün yerleşme sorunu yaşayan İkinci Cumhuriyet rejiminin yerleşmesinin yolu da döşenebilir. TÜSİAD’ın son açıklamalarına bakılması yeter.
Ancak…
Ancak buradan Türkiye sosyalist hareketinin CHP’nin çatısı altına girmesini önermek, bizatihi sosyalistlerin CHP’cilik yapmaya başlaması, çare olarak sosyalizmin değil de CHP’nin işaret edilmesi başka bir şeydir. Düzen siyasetinin sıkışma ve kriz koşullarında düzen karşıtı bir konum almak ile “ilerletici süreçleri” gözetmek başka, bir burjuva partisinin peşine takılmak ve düzenin yerleşmesinin parçası ve payandası haline gelmek bambaşka tercihlerdir.
Sınıf siyasetinin yerine “cephe siyaseti” adıyla sunulan bu politik yolun önünde sonunda düzen siyasetine bağlanacak bir menşevizm olacağı bilinmelidir. Elbette ki işçi sınıfı siyasetinde “cephe siyaseti” de mümkündür ve yeri geldiğinde gereklidir de; bu cephe siyaseti, bizim için, burjuva sınıfıyla uzlaşmazlık ilkesiyle ve işçi sınıfının tarihsel çıkarları tarafından belirlenir. Ancak bugünkü durum, bir ittifaklar politikasından öte bir burjuva partisinin destekçiliğine varacak boyuta gidiyorsa ve bu, “cephe siyaseti” olarak sunuluyorsa, işte burada durmak gerekiyor. “Emperyalizme karşı milli cephe”, “faşizme karşı demokrasi cephesi” ya da “gericiliğe karşı ilericilik cephesi” gibi dönem dönem karşımıza gelen önermeler, bugün sosyalist hareketin burjuva düzen güçlerine destekçiliğini işaret ediyorsa, burada bir yanlışlık var demektir. Sermaye sınıfının temsilcileriyle mi “milli cephe” kurulacak? Ya da ülkemizde milli burjuva mı var? Krizin faturasını emekçilere çıkarılmasını nereye koyacağız ya da sermaye sınıfının krizin bedelini ödeyeceğini düşünen var mı? Emperyalizme işbirliği içinde olan siyasal hareketlerle mi “demokrasi cephesi” kurulacak? Ya da emperyalizme karşı mücadeleyi unutalım mı? Daha dün “HDP’yi destekleme” tartışmalarında “emperyalizmle işbirliği içinde olan bir siyasal hareketle birlikte davranmayı” eleştirenler, bugün CHP’nin desteklenebileceğini söylemeleri çelişki değil mi? CHP anti-emperyalist mi oldu? “Demokrasi cephesinin” merkezine adalet, hak, hukuk oturtulacaksa gericiliği ve emperyalist tehdidi nereye koyacağız?
Denebilir ki, “AKP karşısında bugün ortaya çıkan durum çok özgün. Stratejik olarak tamam ama taktiksel olarak şartlar başka.” Açıkçası, stratejisi olmayanların taktiği de olamaz! Taktik diye diye stratejik hiçbir adım atamayan sosyalist solun makus talihinin değişeceğini düşünenlerden değiliz.
Bu “taktik bakış”ın özünde dayandığı yer ise şurası: “İdeolojik değil güncel siyasete bakmak gerek.” Söylenmek istenen, siyaset güncel sorunlar üzerinden yapılır ve ittifaklar da güncel-asgari başlıklarda ortaya çıkar! Peki bugün ülkemizin ve emekçilerin güncel sorunu nedir diye bir sıralamayı nasıl yapacağız? Ekonomik kriz mi, emperyalizmin tehdidi mi, demokrasi mi yoksa AKP’nin gericiliği mi? Hangisini “baş” hangisini “tali” çelişki haline getireceğiz? Uzatmak pahasına, tam da devrimci siyaset ve güncellik arasında yaşanan sıkışmanın bir kaç noktasına açmamız gerek. Ekonomik kriz desek, AKP bu krizin nedeni, karşısındaki muhalefet ve büyük sermaye ise “emperyalizmle uyum” önermektedir, başka bir ekonomik program var mı? Emperyalizm baş düşman desek, AKP tam boy işbirlikçi, karşısındaki muhalefet emperyalizme karşı değil ki, hatta uyumdan yana! Toplumsal tepkinin bir kaynağı olarak değerlendiren gerici uygulamalar desek, AKP sorunun kaynağı, karşısındaki muhalefet bırakın laikliği gündeme almayı mitinglerini AKP gibi dualarla açmıyor mu?
Elimizde kala kala “hak, hukuk ve adalet” sorunu üzerinden AKP karşısında düzen güçleriyle “demokrasi” mücadelesi kalıyor! Emperyalizm meselesine, gericilik konusuna ve emeğe dönük saldırılara, demokrasi geldikten sonra bakarız deniyor gibi! TÜSİAD ile, Saadet ile, Gül-Davutoğlu-Babacanlarla, İYİP’le, Avrupa Birliği ile … öyle mi? Buradan ne solculuk ne de devrimcilik çıkar!
Bugün AKP’ye dönük olarak büyük bir toplumsal tepki var. Bugün düzen güçleri arasında yeni bir arayış da var. Sorun, işte bu toplumsal tepki ile düzen güçleri arasındaki yönelim farklarının kesişmesidir. Devrimci siyaset benzeşerek değil, ayrışarak devrimci gücünü yaratabilir. Bugün emperyalizme, sermaye ve gericiliğe karşı topyekûn, bu üç başlıkta herhangi birisinden ödün vermeden bir mücadele pratiği sergilenmesi gerekiyor. Bugün solun önündeki en büyük görev bağımsız bir devrimci siyasi odağın ortaya çıkarılmasıdır.
AKP’nin geriletilmesine evet, CHP’ciliğe varan bir politik çizgiye hayır! İptal edilen 31 Mart seçimlerinden sonra yenilenecek olan 23 Haziran seçimleri ise sosyalist hareketin parçası olamayacağı bir gayri-meşruluk içermektedir. Sosyalist hareket, düzenin kanatlarından birisinin altına girilmesini vaaz edenlere karşı kendi işini yapmakla mükelleftir. İşimiz, 23 Haziran seçimlerinde burjuva düzenin kanatları altında siyaset yapmak değil, bir burjuva partiyi umut diye işaret etmek ise hiç değil.
Türkiye gibi bir ülkede, sosyalizmin zemini var mı yok mu sorusu bize göre daha önemlidir. Böylesi bir zemin, bugün bile kendisini fazlasıyla gösterdiğine göre, görev sosyalizmin Türkiye sathında örgütlenmesine girişmektir.