Eğitim ne içindir?
Bilim, bilgi yuvası olarak ifade edilen üniversiteler mezun ettiği öğrencilerin toplumsal sorumluluğu olan üretime katılması beklenen kurumlardır sözde. Fakat bugün memleketimizde üniversitelerin durumuna baktığımızda görüyoruz ki; ne üretime dair bir şey kalmış ne üretmeye fırsat sunuyor diplomalı yıllar.
Güneş Doğan
“Eğitimin amacı, kim için ve ne için üretim yaptığını bilerek üretim yapan insanlar yetiştirmek olmalıdır,” diyor altmış sekiz kuşağının neferi, bu yazının ilham kaynağı Harun Karadeniz. Yani biraz indirgediğimizde eğitim üretim içindir sonucuna varabiliyoruz. Çıkış noktası bu değil midir zaten? İnsanlık yaşamak için üretmek zorundaydı, onu hayvandan ayıran en büyük özelliği buydu zaten. Bildiğimiz üzere bu üretimin devamlılığı, üretimi yapmak için gerekli teknik bilginin aktarımına bağlıdır. İnsan insana alet yapmayı öğretti, zanaat öğretti, bilim öğretti ve tüm bunlar içinde yaşadığı toplumun bir parçası olduğunu gösterdi. Bildiklerini gözlemleyerek, deneyimleyerek, araştırarak öğrenen insan; her yeni bilgiyi bir üretim faaliyete dökebildi. Üretmek için bilmek şartının gerekliliğini bir kere daha vurgulamış olduk ve insanı toplumdan soyutlanamayacak, bire indirgenemeyecek ve tek başına hareket edemeyecek bir varlık olduğunu söyleyebildik.
Bugün eğitimin geldiği nokta neye tekabül ediyor?
“Türkiye’deki eğitim başlıca üç yanlış ürün verir:
1) Sokağa; işsiz
2) Memuriyete; aybaşı beklemeye
3) Yurtdışına; işe”
Böyle devam ediyor Harun Karadeniz. Biz de buradan devam edelim. Eğitimin kendisi Türkiye özelinde ve dünya genelinde soyut diyebileceğimiz bir bilgi aktarımı olmaktan öteye geçemiyor. Üniversiteye kadar verilen eğitim; mezun olduktan sonra bir iş icra etmeye, bir zanaatla uğraşmaya, bir üretimde bulunmaya yetmeyecek kadar eksik ve pratiğe dökülemeyecek, ancak ve ancak asgari bir kültür seviyesine denk gelecek şekildedir. Ezberciliğin dayatılması bir yanda, mesleklerin toplumla bağını kuramamış veyahut da unutmuş olan öğretmenlerin tutumu diğer yandayken bu asgari kültür seviyesinin ne kadar sağlanabildiği ise akıllarda bir soru işareti olarak kalmalı. Mesleğinin toplumla bağı derken neyden söz ediyoruz, biraz buna değinelim. Yukarıda anlattığımız gibi üretimin kendisi bir toplum sayesinde ve bir toplum için yapılır, tarihsel bir gerçekliktir bu. Fakat bugünden baktığımızda üretimin toplumsal bir icraat olmasına rağmen tüketimin belli kesimlerin tekelinde olduğunu görebiliyoruz. Bu bize, üretimi belli şartlar altında belli imkanları olan kişilere, kişisel çıkarlar için yapmayı normalleştiren bir tablo sunuyor. Bir doktorun insanlara yardım etmeyi hedefleyerek tıp okuması mı daha insani geliyor yoksa iş garantisinden, para kaygısından ötürü doktor olmak istemesi mi? Bir avukatın hakkın, hukukun arkasında durmak, insanı ve insanlığı savunmak için hukuk fakültesine girmesi mi, büro açma ve çok para kazanma hayalleriyle bir dört sene geçirmesi mi? Normalleşen ve insanlığa sunulan tek seçeneğin aslında içinde yaşanan ve bir parçası olunan toplumdan soyutlayıcı yönünü ve bencilliğe ittiğini görmek zor değil. Bunu Türkiye’de bir alanda şöyle böyle okuma imkanı bulan fakat iş imkanı bulamayan insanlarda yurtdışı hayali olarak da gözlemleyebiliriz. Maalesef bugün gençlik arasında yaygın “gidelim kendimizi kurtaralım” algısı hem anlaşılabilir, çünkü meşrulaştırılmış bir kere, hem de gerçekçi olmayan bir tarafı var. Ayrıca gençliği bugünlere getiren, sahip olduğu imkanların temelini atmış topluma karşı sorumluluğunun üstünü örten bir bakış bu. Böylesine bir ihtimale tutunmaya iten nedir diye düşünmekten alıkoyulan gençlik bunu değiştirmenin yolunu da bir türlü bulamıyor haliyle.
Üniversiteler bu işin neresinde?
Bilim, bilgi yuvası olarak ifade edilen üniversiteler mezun ettiği öğrencilerin toplumsal sorumluluğu olan üretime katılması beklenen kurumlardır sözde. Fakat bugün memleketimizde üniversitelerin durumuna baktığımızda görüyoruz ki; ne üretime dair bir şey kalmış ne üretmeye fırsat sunuyor diplomalı yıllar. Mezun olana kadar üretmeye dair doğru düzgün bir donanım edinememiş öğrencilerin mezun olduktan sonra da kendi mesleklerini yaptıklarını görmek gün geçtikçe zorlaşıyor. O zaman neden öğreniyoruz, dört senemizi neye harcıyoruz? Araç olan bilgilerimizi amaç olan üretime dökebilme ihtimali mi bizi okutan? Peki bunun garantisi kim tarafından verilmeli, neden verilemiyor? Bu tarz soruları sormak, sorunları ve nedenleri görmek başta ismini andığımız Harunlardan, Denizlerden, altmış sekiz kuşağından bir mirastır bizlere. Onların o günden gördükleri ve eleştirdikleri sorunlar hala çözülmemiştir ve gençliği bir geleceksizlik kaygısına sürüklemeye, toplumla bağı kopuk nesiller yetiştirmeye devam etmektedir. Bu yüzden elde ettiğimiz fırsatlar sayesinde edindiğimiz bilgileri üretime dökmeye, eğitim üretim içindir demeye, bu üretimin kimin için olacağı sorununu irdelemeye devam etmeliyiz. Öbür türlüsü insanlık tarihini reddetmek, insanın doğasını reddetmek olacaktır.