Kapitalizmden Sömürüye, Sosyalizmden İnsanlığa
Genel olarak devrimlerden ve onları direten süreçlerden, özel olarak ise savaşa doğan iki genç cumhuriyetten bahsedeceğiz. Şüphesiz ki birbirini etkileyen bu devrimler arasında birinin diğerine öğreteceklerinin sonu gelmemiştir: Kurtuluşun kızıl şafağı 1917 Ekim Devrimi ve emperyalist işgale, hilafete ve saltanata karşı yapılan 1923 Cumhuriyet Devrimi.
Güneş Doğan
Bu yazıda ele alınmak istenen konu, bir çerçeve çizilmeden açılması zor sayılabilecek başlıklardan. Genel olarak devrimlerden ve onları direten süreçlerden, özel olarak ise savaşa doğan iki genç cumhuriyetten bahsedeceğiz. Şüphesiz ki birbirini etkileyen bu devrimler arasında birinin diğerine öğreteceklerinin sonu gelmemiştir: Kurtuluşun kızıl şafağı 1917 Ekim Devrimi ve emperyalist işgale, hilafete ve saltanata karşı yapılan 1923 Cumhuriyet Devrimi.
Nasıl bir cumhuriyet sorusunun iki farklı cevabı olarak nitelendirilebilecek bu örnekler, hemen hemen aynı süreçlerden, aynı krizlerden doğmuştur. Osmanlı ve Çarlık imparatorlukları zamanının geniş coğrafyalarına sahipken, dünyadaki burjuva devrimlerinden etkilenmiş fakat büyük devrimler çağından nasibini alamamıştı. Tarihi ilerleten bu süreçleri tam anlamıyla yaşayamamak, birtakım olumsuzlukları beraberinde getirmişti. Kapitalistleşmeye başlayan ve üretimlerini geliştiren ülkelere verilmek zorunda kalınan imtiyazlar artarken, maddi durumu çok iyi olmayan halklar yoksulluğa ve işsizliğe itiliyordu. Bu durumun krizleri ve isyanları doğurduğu gerçeği ise muhtemelen şaşırtıcı gelmeyecektir. Hatta ardısıra gelişen emperyalist işgaller ve savaş koşulları iki ülkenin ortak kaderiydi diyebiliriz. Tabi bu, kader ortaklığının son noktası değildi.
Tablo böyleyken, yoksul halkları kurtaracak olanın başlarındaki otorite olmadığı su yüzüne çıkmaya başlamıştı. Bu tablo, aynı kadere sahip iki ülkenin yollarını ayrı çizmelerinin de ilk belirtileriydi. Rusya’da yayılan marksist hareket, farklı sol hareketleri kendine kazandırmaya çalışırken Osmanlı dağılan imparatorluğun kurtuluşunu Osmanlıcılık, İslamcılık, Turancılık ve Batıcılık gibi fikir akımlarında arıyordu. Bu fikir akımları üstyapısal nitelikte ve sınıfsal karşılığı olmayan akımlar olduğu için ne kadar dayatılırsa dayatılsın kapsayıcı olamıyordu. Konjonktürel olarak mücadelenin gerekliliğinin arttığı işgal yılları Osmanlı’nın oradan oraya savrulduğu yıllardı aynı zamanda.
İşgale karşı mücadelenin en gerçekçi ve somut kazanımını, Bolşeviklerle birlikte, Rusya işçi sınıfı Ekim Devrimi sayesinde 1917’de elde etmiştir. Devrim Rusya’da emperyalist işgalin topraklardan tam anlamıyla kovulması, ülkenin tam bağımsızlığa kavuşması ve yoksul halkın emeğinin hakkını alması demekti. Sonunda, insanca yaşamanın ve yaşamaya değer bir hayatın anlamını bulmuş, mücadelenin kim için yapıldığının, üretimin kimler adına gerçekleştiğinin, tüketime kimin hakkı olduğunun cevabını verebilecek duruma gelmişlerdi. Cevap; devrimin arkasındaki iradede saklıydı, işçi sınıfını iktidara getiren iradede.
İnsanlığın kazandığı bu devrimden altı yıl sonra, Anadolu coğrafyası da verdiği mücadelenin meyvesini almış; ülke topraklarında cumhuriyeti ilan etmişti. Cumhuriyetin hangi paradigmalar doğrultusunda kazanıldığı ise hem dünü aydınlatması hem yarına ışık tutması açısından mühimdir. Bilindiği üzere hemen yanında kurulmuş çiçeği burnunda Sovyet Rusya, kritik bir konuma sahip olan Anadolu’daki anti-emperyalizm mücadelesine büyük oranda güç veren, kazanımla sonuçlanması için yardım eli uzatan önemli bir etken olmuştur. Bunun sebepleri ayrıntılı olarak başka bir yazının konusu olabilir fakat kısaca değinmek gerekirse SSCB, belirttiğimiz üzere, kritik bir konuma sahip olan Anadolu’da emperyalist işgali kendisine bir tehdit olarak görüyordu (aynı emperyalist devletlerin sosyalizmi bir tehdit unsuru olarak görmesi gibi) ve sosyalizmin kendisi bir bölgeye sıkışıp kalarak insanlığın kalanının mahrum olabileceği yerel bir hareket değil, yayılması gereken evrensel bir ideolojiydi. Sosyalistler insanlığın kurtuluşunu temelden bilimsel olan bu ideolojide görüyorlardı. Düşündüklerinde yanılmıyorlardı da; Sovyetler, insanlığa katkıları sayarak bitmeyecek bir deneyimdi. Sıradan bir tekstil işçisini uzaya çıkaranın kendisi bu ideolojiydi. Dünyada esamesi okunmazken kadınları bilime, siyasete, üretime katan da, çocuklara doğdukları andan itibaren diğer her çocukla eşit kılan da, insanlara hayat güvencesi veren de, işsizliği yasaklayan da, herkese sanatla uğraşma fırsatı veren de sosyalizmdi.
Türkiye Cumhuriyeti insanı da, uğruna savaştığı hakları elde etmeli; bağımsız bir ülkede, başkaları için ölme korkusuna sahip olmadan, özgürce eşit bir hayatı yaşayabilmeliydi. Bunun için gerekli olan; çubuğu kamuculuğa, laikliğe, anti-emperyalizme bükmüş, yüzünü sosyalizme dönmüş bir devrimci önderler toplamıydı. Türkiye Cumhuriyeti bunu kısmen yapmış olsa da, yapılmak istenen milli burjuvaziyi yükseltmek ve yüzünü batıya dönmüş bir devrimi tamamlamak olduğu için bu hamleler dönemsel ihtiyaçlar doğrultusunda, pragmatik bir süreçte gerçekleştirilmiştir. Böylece, kapitalist temeller üzerine kurulan cumhuriyet, çıktığı ve tarihine Kurtuluş Savaşı olarak işlediği savaşın sonucunda ne elde etti, ne kadar “kurtuldu” sorusu çıktı karşımıza. Hafife alınmayacak bir mücadele ile elde edilen, çok önemli temellere inşa edilen cumhuriyet; tekke ve zaviyeleri kapatmış, hilafeti kaldırmış, saltanata son vermiş ve bağımsızlık şiarıyla kuruluşunu gerçekleştirmiştir. Bugün baktığımızda ise cumhuriyetin inşa edildiği bir diğer temel olan kapitalizm, yukarıda saydığımız değerlerin tasfiyesine sebep olmuştur. Bugün laikliğin, anti-emperyalizmin, devletçiliğin esamesi okunmayan ülkemizin durumu yalnızca bir döneme, birkaç iktidara bağlanamaz. Tersinden, tüm bu olumsuzluklar kapitalizmin doğal sonucudur.
Bin dokuz yüzlerin başında verilen mücadeleden bize kalan ise insanın devrimciliği, değiştirip dönüştürebilme gücüdür. İlerici 1923 Devrimi’nin tüm değerleri tasfiye edilmişken, insanlar yanıbaşımızda sömürünün bin bir türlüsüne maruz kalırken, sokakta aç yatan çocuklar; yoksulluktan intihar eden aileler varken, kadınlar her geçen gün daha çok öldürülürken, gençlik imam hatiplere; gericiliğe ve geleceksizliğe mahkum edilmişken “kurtulmuş” sayılabilir miyiz, mirası bu soruda saklıdır. O zamanların ruhu, mücadeleyi gerekli kılıyordu. Bugün mücadeleyi gerekli kılan ise yanıbaşımızda patlayan silahlar, evimizi basan askerler ve cepheye gönderdiğimiz abilerimiz değilse de elimizden çalınan geleceğimiz ve hayatımızdır. İş, nefret, töre, intikam cinayetlerinde kaybettiklerimiz, yanıbaşımızda solup giden hayatlardır. Haksızlıktır, hak gaspıdır, ödenmemiş emeklerimizdir. İşsizlik, okuyamamak, gerici eğitim politikalarıdır. Hak etmediği bir hayata mahkum olan milyonlardır. Mücadele etmek için yeterli sebebe, iradeye ve doğru hatta sahibiz, daha neyi bekliyoruz?