Kral Lear'a sevgilerle
Ülkemizde kültür-sanat ögelerine hak ettiği kıymeti verip varolmasını sağlayan kesimin uzun zamandır bir hastalığı mevcut. Popülarizm ve modernite...
Elmas Kamu
Oyun Atölyesi’nin mütevazi sahnesinde seyirciyle buluşan bu şahane oyuna dair birkaç şeyden bahsetmek isterim. Öncelikle emeği geçen ve ortaya bu güzel oyunu çıkaran muhteşem ekibe teşekkür etmek istiyorum. İmkânım olsa ve çekingen biri olmasaydım tek tek her birine sarılıp teşekkür ederdim, bana ve tüm salona ve tüm sezon boyunca oyunu izlemeye gelen seyircilerin tamamıma bu şahane anları yaşattıkları için. Ekibe hakkını teslim etmeye bazı noktalara değindikten sonra devam edeceğim, şimdi müsaadenizle biraz “sanat” konuşalım.
Oyun epeydir sahnelenmesine nazaran Ocak 16’ya kadar maalesef bilet bulamadım. 1-2 saat içerisinde bütün biletler tükeniyordu online satışlarda. Hatta süreyi uzun tutmuş bile olabilirim. Gişeden satışa çıkan biletlerin de aynı gün tükendiğine eminim. Çünkü eserin çevirmenliği ve kadrodaki başrol (Kral Lear) hepimizin çok iyi tanıdığı, bildiği ya da bildiğini sandığı Haluk Bilginer’e aitti. Kendisi oyunculuğu, birikimi ve yıllar geçtikçe kendisine arttırarak yapmaya devam ettiği yatırımlarıyla çocukluğumdan itibaren zihnimde ayrı bir yere sahip olmuştur. Evet gerçekten inanılmaz bir oyuncu, daha doğrusu sanatçı. Ancak bunu besleyen elbette kendi çalışmalarıdır. Kendisini çok farklı alanlarda pek çok kez izleyip, dinledik. Sahnelenen bu oyunda da yalnızca tiyatrocu kimliğini değil aynı zamanda çevirmen yanını da görmüş olduk. Shakespeare’in en güzel eserlerinden olan Kral Lear, sadık kalınarak ancak bu kadar güzel ve sırıtmaz şekilde güncellenebilirdi zira. Kendisine asla olumsuz bir eleştiriyi kabul edemeyeceğim ancak boş takdirleri de hakaret sayacağım. Şimdi biraz izleyici kitlesinden, Türkiye’de mevcut bulunan sanat, sanatçı ve iyi iş algılarından bahsetmek istiyorum. Yazının özüne yavaştan girelim dilerseniz.
Ülkemizde kültür-sanatın ilerleyişi çok parlak bir durumda olmasa da yadsınamayacak miktarda bu ögelere değer veren ve değerli kılan bir kesime sahibiz. Çoğalmamız dileğiyle. Ancak bu yazıdaki mesele bu değil. Belki başka bir yazıda buna değiniriz… Ülkemizde kültür-sanat ögelerine hak ettiği kıymeti verip varolmasını sağlayan kesimin uzun zamandır bir hastalığı mevcut. Popülarizm ve modernite. Oyuna girmeden önce oturup çay içerken, insanlara mümkün olduğunca kulak misafiri oldum. Lütfen kusura bakmayın. Oyunun başlamasını beklerken, perde arasında ve çıkışta da bunu yaptım. Herhangi bir kişisel alanı aştığımı düşünmüyorum açıkçası, tek başıma izlemeyi tercih ettiğim için yapacak daha eğlenceli bir işim mevcut değildi. Tavsiyemdir, bence arada sizlerde kendinizi konuşken dinleyin.
Başta da bahsettiğim gibi inanılmaz iyi bir iş izledik o mütevazi sahnede. Ancak insanların sadece “Ya abi Haluk Bilginer yaa” moduyla oyuna gelmesi açıkçası beni yaraladı. Kral Lear orijinalinden kesinlikle okunması gereken, çok güzel, nadide bir eserdir. Okunmaması bana göre eksikliktir, kayıptır. Shakespeare eserleri sadece kitaplıkta kalabalık olsun diye çevirisi yapılıp basılan eserler değildir. Gerçekten okuyup ne dediğimi anlayabilecek bir kesim mevcut. Sözüm elbette sizlere değil dostlarım. Sözüm sırf “popüler” diye, sanat algısında bu bir “kült” diye, toplumda modern, kültürlü kesimin arasına sızabilmek adına bunu bilmek ya da biliyormuş gibi yapmak “şart” diye bu şekilde yaşayanlara. Bir tane insanın ağzından da “Ekipte bak bunlar bunlar varmış, şu şu işlerde de varlardı acaba bu oyunda nasıl bir iş çıkaracaklar ya?” şeklinde bir cümle duymadım. Haluk Bilginer aşağı Haluk Bilginer yukarı. Tamam güzel adam, mükemmel bir oyuncu ve inanılmaz şeyler yapmış, yapacak olan bir insan ancak bu Haluk Bilginer popülizmi değilse nedir gerçekten bilemiyorum… Oyunun biletlerini başından beri takip ediyorum ve “sold out” demiştim, sebebi bariz olarak “Haluk Bilginer” etiketi. Etiket diyorum ancak bundan kendisinin haberi var mı emin değilim. Etiket haline geldiğinden yani. Gelenlerin yarısından bir miktar fazlası ertesi gün kahvaltı sofralarında, iş yerlerinde, dost meclislerinde “Ya bende dün işte Haluk Bilginer’i izlemeye gittim, Kral Lear’a, abi bir şey diyeyim mi acayip bir adam ya, çok farklı bak…” bu ve türevi muhabbetler yapacaktır. Aksi pek mümkün değildir. Mümkün olsaydı sanıyorum ki “Çok değişik adam ya” cümleleri yerine “Lan biz ne izledik? O sahne dekoru o sadeliğe rağmen nasıl her ana uyumlu hale geldi? O ışıklandırma o ses yönetmenliği neydi öyle ya?” şeklinde cümleler duyardım diye düşünüyorum. Hiçbirini duymadım tabii. Kötüye giden kültür-sanat hayatımız, bu tarz popülarist sığ söylemlere hapsolma yolunda ilerliyor adım adım ve bu da diğerinden çok daha iyi bir seçenek gibi gözükmüyor bana açıkçası. İzlediğim görsel, işitsel şölene bir hakaret olarak algılıyorum bu durumu ister istemez. Sanat eleştirmenleri mi elini eteğini çekti bu tarz işlerden, biz mi 3-5 kitap okuyup konuşabildiğimizi fark edince her şeyi biliyormuşuz sanki her şeye hakimmişiz gibi davranmaya başladık çok anlayamıyorum açıkçası. Tablonun tamamını zaten görüyor anlıyoruz da artık detaylara, nesnelere inmişiz gibi birazda… Neresinden bakarsam bakayım daha kötü bir sonuç çıkıyor ortaya. İsim popülaritesi yapılan her işi iyi mi kılar? Oyuncunun geliri ve seçiciliği yapacağı her işte mükemmel olmasını mı gerektirir? İnsanların mesleğine ve kendine yaptığı yatırımlar ne zamandan beri o kişileri “acayip farklı” kılmaya başladı? Ayrıca “acayip farklı bir adam” nasıl bir sanatsal söylem ve seviye yahu demeden de edemeyeceğim. Kendimizi toplum genelinden farklı kılacağız, az buçuk bir şeyler okuduk, onlar gibi olamayız diye düşüne düşüne işin olurunu iyice ayaklar altına indirmişiz de fark edilmemiş. Kimsede rahatsızlık duymuyor sanki.
Toplumumuzun kanserine bir miktar değindik madem, artık oyunla alakalı duygu ve düşüncelerimi aktarmak isterim. Öncelikle tüm ekibi bir kez daha ayakta alkışlıyorum. Gerek sahne önü gerek sahne arkası, inanılmaz bir çalışma, inanılmaz bir emek mevcuttu. Oyunun her anında bunu gördük. Oyuncuların neredeyse tamamının birden fazla role girip çıkması, oyunculuk seviyelerinin ve yeteneklerinin de güzel bir göstergesi oldu zannımca. Kararında seçimler ve güzel oyunculuklar çıktı karşımıza. Beklentimin çok çok daha üzerindeydi bu iş yalan olmasın. İnanılmaz bir hazla ve keyifle izledim her anını. Ses ve ışık yönetmenliği de bir o kadar iyi ve yerindeydi. Zifiri karanlık ve gergin bir fonla açılan perde tüylerimi ürpertmekle kalmadı sadece, perde açıldığı andan itibaren resmen kilitlendim yerimde. Gerekirse gözlerimi kırpmamalı, hiçbir anı kaçırmamalıydım. Eserin yazıldığı katılıkla sahnelenmemiş olması da ayrı bir güzellik katmış açıkçası. Sadece sahnenin değil, bütün salonun kullanıldığı oyunlar her zaman daha bağlayıcı oluyor sanırım. Asla göze batmayan, katı ve keskin olmayan şekilde, oyuncuların sahneye giriş ve çıkışları, ses ve ışıkla desteklendiği için sanki işin doğalı oymuş gibi bir hava yarattı. Eserin bütünü zaten yürek yaralayan bir yana sahip, o duyguyu da sahneden alıp, içimizden ihtiyar Lear’a yazık çektik! Yaşça en küçükleri ancak sevgilerinde en büyükleri olan kızımızın ölüm anı da ayrı bir sızlattı kalpleri. Baştan sona şahane bir iş izledik. Şahane oyunculuklara, performanslara tanıklık ettik. Çıkın çıkın izleyin sahneden inmeden! Çok şey kaçırırsınız. Ama izleyin. Muhabbetini çevirmek için değil, popüler olduğu için, etiketi olduğu için değil. Toplumdan kendinizi farklı kılmak için hiç değil. Zaten farklı bir bakış açısına sahip olduğunuz, tiyatro sevdiğiniz, acaba eseri nasıl yansıttılar diye merak ettiğiniz için izleyin. Bütünü görüp, hakkını vermeniz dileğiyle. Sanatın içinde kalın!