Özgürlüğün götürdükleri
Farkında mısınız, kolunda altın bileziğin olur, denen bir bölüm bile kalmadı. Öğretmenler atanamıyor, avukatlar senelerce stajyer sıfatı altında sömürülüyor, mühendisler okudukları bölümün işini yapabilecek bir alanları olmadığını fark ederek ya başka bir alana yöneliyor ya da yurtdışına gidiyor, nice öğrenci iş bulamıyor, gün geçmiyor ki bir “üç üniversite mezunu dört dil biliyor İŞSİZ” haberi daha okumayalım. Severek yazdığımız bir bölümün derslerine her sabah kalkıp gitmekle ilgili ne bir heves kalıyor içimizde, ne de bir umut.
Güneş Doğan
Bazı şeyler çok normalleşmiştir, öyle ki; bir nesli yok etse de özgürlük adı altında pazarlanabilir ve kimse nedenini sorgulamadan tuzağına düşer.
Bu sayıdaki konumuzda genelden özele bir rahatsızlığı dile getireceğiz: Bağımlılıklar ve gençler arasında uyuşturucu kullanımı.
Konu sıkça üstüne yazılıp çizilse de derinliğinden ve etkisinden menkul ele alındığında bir anlam ifade etmiyor zannımca. Başlamak için bağımlılıklar ve nedenlerine kabaca ve toplum nezdinde değinelim.
Bilindiği üzere birçok konu ve madde üzerinde kendini var edebilen bağımlılık; güncel olarak alkol, uyuşturucu, internet ve sosyal medya kullanımı, oyunlar ve nicesiyle karşımıza çıkabiliyor. Genel olarak bizi hayatın meşgalesinden uzaklaştıran, etkisinde kaldığımız süre boyunca “dış dünyadan” çekip alan şeylere bağımlı olmaya meyilliyiz. Kimi zaman ders çalışmamız gereken saatlerde bir bakıyoruz ki şarjımız bitene kadar tweet okumuşuz, tek tatilimiz olan pazar gününü hava kararana kadar bilgisayar başında oyun oynayarak geçirmişiz, yorucu bir günün sonunda elimizde içki şişesi boş duvarları izliyoruz, hava aydınlanıyor, hiç dinlenmeden tekrar yorulacağımız bir güne kalkıyoruz. “Bu kadarına da hakkımız yok mu yahu?” diyebilirsiniz. Ya da belki de sığ eleştiriler boyutunda sıkça duyduğumuz cümlelerdir bunlar. Peki, başka bir pencereyi açalım bir örnekle.
Alkol bağımlılığının kendini en yüksek oranla var ettiği yer neresi sizce? Eski bir konu bu, biraz geriye gidelim isterseniz. Şu an popülerleştirilmiş ve tüketim kültürüne mal edilmiş bir alkol “kültürü”nü düşünelim. Akla ilk gelen yer İrlanda, değil mi? İrlanda’nın bu kültürü “İleride pazarlarız, festivallerini falan yaparız.” diye ülkesine yerleştirdiği bir durum olamayacağının yanı sıra altında yatan asıl nedenler acıdır. 18. yüzyılda İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi, aynı 1923 devrimi gibi, ülkenin ve bölgenin her yerine eşit koşullar altında sirayet etmedi. Elinde parası olan küçük bir kesimin işleri büyüttükçe büyüttüğü, makineleri geliştirerek daha az zamanda daha az maliyete daha az insan çalıştırarak çok daha fazla kazanabildiği bir düzlem var oldu. Bu düzlem, çok büyük bir toplamın işinden olduğu, çalışmaya devam edenlerinse eski hayat standartlarının çok altında şartlara ve paralara çalışmak zorunda kaldığı bir diğer düzlemi beraberinde getirdi. Bu insanlar çok kötü koşullar altında, uzun saatler boyu çalışıyorlar, sabahın köründe evden çıkıp gecenin bir vakti ceplerinde iki kuruş parayla geri dönerken, Tolstoy’un da ünlü eseri İnsan Ne İle Yaşar’da dediği gibi, şunu düşünüyorlardı: Bu parayla ne yapılır ki? En fazla içilir. İçtikleri zaman uyuşuyor, kötü hayatlarını düşünmek zorunda kalmıyorlardı. Bilinçli olarak olmasa da akıllarıyla, yani düşünme kabiliyetleriyle, aralarına bir engel koyuyorlardı. Zaten değişmeyecek bir hayata mahkumlardı artık, kaderdi bu, bari biraz daha katlanılabilir olsundu. Bu durum yaygınlaştı, çok insan yaşıyordu aynı günün tekrarını, ne bu kadar çok olduklarının farkındalardı, ne bunu değiştirebilecek gücü görüyorlardı kendilerinde, ne de içtikleri o saatler bitip de gün doğduğunda aynı kötü şartlara maruz kalacak olmalarıyla mücadele ediyorlardı.
Bu, bizlere son birkaç on yıla kadar uyuşturucunun neden “kenar mahallelerin” sorunu olduğunu, toplumu ne şekilde etkilediğini net bir şekilde gösterir diye düşünüyorum. Çok küçük yaşlarda çeşitli maddelerle tanışmak zorunda kalan çocuklar, onlar fark etmeden hayatlarını esir alan bu maddelere bakışları yeterince bilinçsizken bunu bir oyun zannedebiliyor, dönülmesi çok zor olan bu yolda gelecekleri karartılıyordu. Tek suçları doğdukları yer, hayat şartları oluyordu. Geçen yıllar içinde bu insanların hayat şartlarında bir iyileşmeden söz edemiyoruz maalesef. Hatta devletimizin onca kamu spotuna, Yeşilay projesine rağmen, nasıl olduysa, uyuşturucu maddeler her geçen gün daha erişilebilir oldu, daha geniş kesimlerce kullanılmaya başlandı.
Bunun bir ayağı özenme, özendirme. Popüler kültürün yükselttiği değerlerden biri oldu çıktı her şeyiyle karşı durulması gereken bu madde. Öyle ki, Ankara’nın emekçi bir mahallesinden çıkma, kendini birçok yönde geliştirmiş ve tüm şarkılarını zorluklarını her gün yaşadığı sistemi eleştirmek ve farkındalık yaratmak üzerine yazıp söylemiş bir sanatçının duyulduğu, bilindiği zamanlara tekabül eden şarkılarına baktığımızda uyuşturucu övmek dışında bir sözü olmadığını görüyoruz. Bu iki açıdan yanlıştır bugünün Türkiyesinde. Rahatsız olduğumuz durumları yok sayarak yok edemiyoruz belli ki. Bir söz söyleyeceğimiz, çözüm üreteceğimiz yere düşünmekten kaçmak ne kadar doğru, bunu “düşünmeyi” siz okuyanlara bırakıyorum. Fakat özellikle bir sanatçı, toplum tarafından görünür olan birisi yani, hayat standartları değişir değişmez geldiği yeri unutur ve eleştirdiği şeyin kölesi olursa vay halimize! Tabii “Sanatçı neden kendine bir misyon yüklemeli, sanat sansürlenmeli mi?” gibi soruları akla getirebilir bu ifade. Rahatsızlıklarımızla mücadele etmek yerine onlardan kaçmak için her yolu denemenin yanlışlığı üzerine konuştuk, bu konuya ise yanlış gördüğümüz ikinci ayağı anlatırken değinelim:
Bugün ülkeye şöyle bir baktığımızda eğitimin geldiği noktayı, özellikle bir üniversite öğrencisi olarak, görmek ve bunun derdini içimizde yaşamak kaçınılmaz oldu. Ülkenin her yerinde temel eğitimin bile eşit koşullar altında sağlanmasını bırakın, en köklü üniversitelerin bugün bilimsel eğitim adına bir şeyler söyleyemediği, oralardan çıkan öğrencilerin iki kelimeyi bir araya getirmekte zorlandığı zamanları yaşıyoruz. Hal böyleyken toplumu oluşturan insanların ne kadar bilinçli yetişmiş bireyler olabileceği durumu oldukça şüpheli. Bu insanların meşhur “İnsan bilinçli ve özgür bir varlıktır, iradesiyle karar verebilir, hayatta ne yaşıyorsa kendi seçimidir, bırakınız yapsınlar…” tezlerinin neresinde kaldığı oldukça tartışmalıdr. Aslında şunu fark etmekten geçiyor olabilir bir şeyleri değiştirmenin yolu; ne ideal, bilinçli bir toplumun içindeyiz ne de öyleymiş gibi davranarak düzeltebiliriz bunu. Bu bağlamda ele aldığımızda sanat gibi özgür olması gereken bir olgunun işlediği konular da insanın özgürleşmesinde bir adım olmalı, “ideal” anlayışı altında hayatını yok etmemelidir. Bu yüzden uyuşturucu madde övmek ne özgürlüktür, ne de sanatçı denen kimseler bunun üzerinden kendilerine bir yol çizebilirler. Bunun karşısında durmak da sansür değildir haliyle. Çünkü bunu savunan insanların “Açıp dinlemek size kalmış dinlemeyin kardeşim! Ben dinliyorum bunca senedir hiçbir şey kullanmadım.” demesi bir yanda, yitip giden gençlik öbür yandadır. Yüzde birin şarkı dinleme faydası mı, yüzde doksan dokuzun bir hayat yaşama, kötüyse bile bunu düzeltmek için çabalama noktasında kendini var edebilmesi mi dediğimizde cevap da, asıl özgürlüğün ne olduğu da oldukça nettir, bazen hayali bir terazide kar zarar analizi yapmak önemlidir.
Şimdi madde kullanımının artmasındaki bir başka sebebi değerlendirelim. Her ne olursa olsun psikolojik durumu stabil olan bir insanın gençliğini ve onu bekleyen parlak geleceğini heba etmesi makul durmuyor pek. Bir şeyleri kaçırıyoruz yani bu denklemde. Çünkü kim eğitimini en iyi şekilde alıp, severek seçtiği ve okuduğu bölümle ilgili bir işten, yani sevdiği bir uğraştan, para kazanabileceği ve hayatını idame ettirebileceği, aynı zamanda da gezmeye ve kendini geliştirmeye vakit ayırabileceği o güzel hayattan kolay kolay vazgeçer ki? Demek ki işler pek de öyle değil. Bugün gençleri kenarlarına çiçekler serpilmiş, dümdüz yollar beklemiyor maalesef ki, onun yerine dağlar dolanıyor, dere tepe aşıyor fakat bir türlü istediğimiz yere varamıyoruz. Ya birisi senelerce uğraştığımız hedefe zahmetsizce ulaşıyor, ya o seneler içinde biz daha azına razı oluyoruz zorlukları gördükçe. Her şekilde rekabetin en üst seviyede olması hem insanın hayatından çalıyor hem de sonucu iyileştirmiyor. Farkında mısınız, kolunda altın bileziğin olur, denen bir bölüm bile kalmadı. Öğretmenler atanamıyor, avukatlar senelerce stajyer sıfatı altında sömürülüyor, mühendisler okudukları bölümün işini yapabilecek bir alanları olmadığını fark ederek ya başka bir alana yöneliyor ya da yurtdışına gidiyor, nice öğrenci iş bulamıyor, gün geçmiyor ki bir “üç üniversite mezunu dört dil biliyor İŞSİZ” haberi daha okumayalım. Severek yazdığımız bir bölümün derslerine her sabah kalkıp gitmekle ilgili ne bir heves kalıyor içimizde, ne de bir umut. Böyle olduğunda aslında yaşamanın pek bir manası kalmıyor, kaliteli yaşamak ve sağlıklı olmak adına çaba göstermek anlamsızlaşıyor. “Ne için yaşıyorum?” sorusu aklımıza daha çok geliyor. Bu tarz olumsuzluklar da bağımlılıklar için uygun bir zemini var ediyor haliyle. Çünkü bundan kaçınıp “Neden geleceğim kendi ellerimde değil?” sorusunu sormak hem bir yükümlülüğü beraberinde getirecek, hem de çoktan gösterilmesi gereken asıl çabayı açığa çıkaracak: mücadele etmek. Hem de çok geç olmadan, hem de hayatımızı yaşanılabilir kılmak adına; mücadele.