Siyasetin perdelediği emperyalist döngü

Yoksullaşmaya rağmen sattığımız bazı ürünlerle ve turizm gelirleri ile geçici olarak cari fazlaya geçebiliriz. İlk bakışta olumlu algılanabilen bu durum, aslında arka plandaki yoksullaşma ve baskılarla çöküşü gösterir. İlgili/ilgisiz bakan bey kendi bolluk ortamında bu durumu idrak edemeyeceği gibi, ucundan meseleyi kavrasa da partisel/ailesel yıkıntı yaratmamak için halka farklı yansıtmak durumundadır.

Prof. Dr. İzzettin Önder

 

Türkiye’nin içinden geçtiği trajik süreç ekonomi ile siyasetin içiçe olduğu kadar birbirini nasıl perdelediğini de ortaya koymaktadır. Ekonomide yaşanan sıkışıklık siyaset alanındaki manevralarla geçici süre için de olsa gizlenebilmektedir. Bu durumun çok net örneğini son dönemde cari denge hesabında yıllardır acısını çektiğimiz açık görüntüsünün yerini fazlaya bırakmış olmasının siyasi malzeme olarak kullanılış biçimi oluşturmaktadır. Cari hesabın dengede olması ekonominin dış dengesinin sağlandığının göstergesidir. Türkiye’de cari hesabın uzun dönemler süresince açık vermesi ise bir tür dengesizliğin, ekonominin dış kaynak ihtiyacı içinde olduğunun göstergesidir. Açıktır ki, bir ekonominin geçici dönemler dışında sistematik olarak dış kaynak kullanması sağlıksız işleyiş göstergesi olduğu gibi, gelecek nesillerin kaynağına el koyulmasının da göstergesidir. Ekonominin temelde bozuk işleyişinin tipik göstergesi olan cari açık durumunun son dönemde cari denge durumunu da aşıp cari fazlaya dönmesi başka bir olumsuzluk olduğu halde, bu patolojik gelişmenin ilgili/ilgisiz bakan tarafından olumlu olarak gösterilmesi, iç karartıcı ekonomik tablonun gerçeğe ters olarak siyaset malzemesi yapılmasından başka bir şey değildir. Bir kere, cari hesap bir işleyiş sonucudur; kendisi bir süreç değil, aynen enflâsyon oranı ya da büyüme haddi gibi ekonomik işleyişin göstergesel sonucudur.

Hal böyle olunca, keşke bakan bey sonuçla değil de, süreçle ilgilenseydi! Halkın algıladığı ekonomik durumda bir değişiklik olmadan, hatta kötüye gidiş algılanıyorken, iş çevrelerinin gidişattan şikâyetçi oldukları güven istatistiklerine yansırken, ilgili/ilgisiz bakanın sonucu değil, süreci öne çıkarması ve halka gerçek oluşumu anlatması gerekirdi. Demek ki, bakan bey durumla doğrudan ilgili değil, duruma ilgisiz kalmış ya da konuyu bilmediği halde farklı ilişkilerle bu pozisyona getirilmiş. İlgili/ilgisiz bakanın pozisyonlarını bir tarafa bırakalım ve biz esas meseleye gelelim. Cari hesabın en önemli kalemlerini gelir olarak ihracat ve hizmet kazançları, gider olarak da ithalat ve hizmet ödentileri, faiz vs harcamaları oluşturur. Kısacası, geçici borç-alacak ve nakit hareketlerini bir tarafa bırakırsak, ekonominin dış dünyaya sunduğu mal ve hizmetlerden sağladığı gelir ile dış dünyadan aldığı mal ve hizmetlere ödediği miktar cari hesaplarda ana kalemleri oluşturur. Hal böyle iken ilgili/ilgisiz bakan bir ekonomik bozukluk olan cari açık konumundan bir başka bozukluk olan cari fazla konumuna nasıl geçildiğini açıklaması gerekirdi. Bizim gibi ekonomiler açısından cari açık daha anlaşılır ve izahı kolay bir meseledir; ekonomide kaynak yetersizliği ya da aşırı harcama var demektir. Cari fazla meselesine gelince, Almanya ve Japonya yanında Çin gibi farklı yapıları haiz ekonomilerin cari fazla vermesi anlaşılabilir, ama Türkiye gibi bir ekonominin nasıl oldu da kısa süre içinde bir kronik hastalıktan aşırı olumluluğa dönüştüğünü herhalde bakan anlayamadı ki, samimi olarak halka da anlatmadı! Belki de ilgili/ilgisiz bakan bey bu duruma sevinmiştir. Bu durumdan dolayı bakanı çocukça sevinciyle ve sair özel işleriyle baş başa bırakalım da, biz meselenin biraz özüne duhul edelim.

Türkiye ekonomisi sistematik olarak tasarruf açığı veriyor olması nedeniyle, yani harcamaları gelirini aştığı için sistematik olarak cari açık vermeye, diğer bir deyişle dış kaynağa mahkûmdur. Tasarruf açığı yanında, teknoloji açığı, enerji açığı ve bilim açığı tasarruf açığına dolaylı ve doğrudan dâhil olarak sistemi tamamlayan çok ciddi ve aynı zamanda da telafileri uzun zaman ve çaba gerektiren kalemlerdir. Özetle, tüm nehirler sonuçta tasarruf açığına baliğ olduğuna göre, cari fazla vermemiz acaba tasarruf oranının yüksekliğini mi yansıtır? Meseleye böyle yaklaşmak konuya bir açıdan girişin resmidir. Çünkü tasarrufun yeterliliği ya da yetersizliği, gelirin tüketimden geri kalan bölümü ile beslediği düşünülen yatırım kalemi ile mukayese sonucunda ortaya çıkar. Çok abes bir örnek vermek gerekirse, farazi olarak yatırımın sıfır ve cari harcamanın gelire eşit olduğu bir ekonomide doğal olarak tasarrufa da, dış kaynağa olan gereksinim de sıfırdır. Bu bakış açısıyla, ekonomide tasarrufla beslenen yatırım azalır ya da durursa, o oranda tasarrufa da ihtiyaç geriler, hatta gerek kalmaz. İşin ana düğümünü böylece ortaya koyduktan sonra, etraftaki sair açılımlara da bakabiliriz. Ekonomi de halkın satın alma gücü zayıflamış olup nihai ürünlere talebi kısılmışsa, bireyler harcamalarını, yatırımcılar yatırımlarını kısmışsa, halk borç batağında yeni harcama cesaretini yitirmişse dış kaynağa da ihtiyaç ortadan kalkmış demektir. Yoksullaşmaya rağmen sattığımız bazı ürünlerle ve turizm gelirleri ile geçici olarak cari fazlaya geçebiliriz. İlk bakışta olumlu algılanabilen bu durum, aslında arka plandaki yoksullaşma ve baskılarla çöküşü gösterir. İlgili/ilgisiz bakan bey kendi bolluk ortamında bu durumu idrak edemeyeceği gibi, ucundan meseleyi kavrasa da partisel/ailesel yıkıntı yaratmamak için halka farklı yansıtmak durumundadır. Halka gerçeği yansıtmak isterse o makamda kalamaz, buna da gücü ve görev sadakati(!) izin vermez.   Enerji anlaşmaları sabit yıllık alımlar üzerinden yapıldığı için bu kalem fiili ithalata fazla bağımlı olmamakla beraber, yaz dolayısıyla belirli sınırlar dâhilinde dalgalanabilir. Ekonomide talep gerilemesine bağlı olarak fabrikaların kapasite altında çalıştığı durumda hammadde ve yarı mamul ithalatı yapılmaz. Tüketimin kısılıp borç ödemeye dönüldüğü dönemde ithalat geriler ya da kısmen durabilir. Bu sürüklenmede doğal olarak dış açık kapanır, hatta fazlaya geçebilir.

Şimdi filmi geri saralım ve AKP iktidarının ilk dönemlerine dönelim. İlk dönemlerde manzara şöyleydi: bol para, ucuz ithalat, piyasada dolu mal, krediler mebzul ve maalesef körlük perdesi arkasındaki halk memnun ve iktidarı destekliyor. Peki, iktidarı halk mı destekliyordu, yoksa Türkiye’yi soymaya aklına koymuş olan emperyalizm mi? Evet, oyu veren halktı, çünkü gidişattan mutlu idi. Peki, bu geçici mutluluğun sebebi ne idi, ekonomiden nemalanmak için kim nasıl bir oyun oynuyordu? Mutluluğun sebebi halkın cebine emperyalizmin koyduğu borç para idi. Emperyalizm niçin bunu yapıyordu? Çünkü hem kendi ürünlerini satıyor, ileride bedelini faiziyle tahsil edeceği yol, körü, tünel, metro ihalelerine giriyor, kendi firmalarına para kazandırıyor, hem de ileriye yönelik faizle birlikte para tahsiline gelmenin hesabını yapıyordu. Bir Tetikçinin İtirafı kitabında bütün bunlar anlatılmıyor mu? Emperyalistler önce borç verir, insanları sevindirir, sonra tahsile gelir ve Kaz dağları madenleri ya da sair varlığınızı söke söke alır. Kaz dağı katilleri ağaç bedeli olarak devlete para verdiklerini söylerken, örtülü olarak bir şey daha söylemektedir: fazla gürültü çıkarmayın, bu paraları borcunuzun bir bölümünü ödemede kullanın! İşte AKP’nin emperyalizme hizmet aşamasında güttüğü “dava” da, halkı “yanlış bilince savurarak“  acaba aynı gidişata hizmet ediyor olmasın! Samimi kutsallıkla uzaktan yakından ilgisi olmadan güdülen siyasi İslâm davası halkı uyutma mekanizması ise, eğitimin imam hatipleştirilmesi de düşünmeden itaate hazır gençler üretimini hedefliyor ise, emperyalizme bundan daha olumlu hizmet nasıl yapılabilir ki?

Şimdi döngünün yeniden başlatılma aşamasına geçiyoruz. Durum kötü. Birileri gelip, yeni ekonomik ve siyasi görevlerle iktidar ve bizi (de mi?) kurtaracak. O zaman halkımız iktidara yeniden sarılacak, yeni borçlanma ve 15-20 yıl sonra yeniden yerde sürüklenme dönemi başlayacak. Her döngü aşamasında ekonomi biraz daha gerileyecek, ama çökmeyecek, çökertilmeyecek ki, tiyatro sürgit devam etsin. Sistem budur. Bunu imam hatipli anlayamaz, zaten onun için eğitim böyle planlanıyor. Bu durumu halkımız da anlayamaz, çünkü girift bir süreçtir. Peki, anlı şanlı üniversitelerimizin iktisat fakülteleri ve oralardaki dış doktoralı hocalarımız acaba siyasetin kulvarından çıkıp, halkımıza gerçekleri anlatsalar daha mutlu olmazlar mı?