Kapitalizm kültürüyle yoğrulmak; sosyalistler için zehir ve panzehir

Kapitalizmin kültürel unsurlarına karşı en büyük silahımız “bakış yeridir”. O bakış yerini kaybettiğimizde kavramlarımızı o kültürel unsurların hizmetine vermiş oluruz. Kültür alanının ideolojik bir mücadele yeri olmasının anlamı tam olarak budur; her ne kadar güçlü ve ihtişamlı olursa olsun sizi silahsızlandırmasının tek yolu akıl yürütmenizin nasıl çalışacağını belirlemektir.

Kapitalizm kültürüyle yoğrulmak; sosyalistler için zehir ve panzehir
Sertaç Canbolat

 

“Sosyalist kültür” olarak tanımlanacak bir “kültür” (sanat üretimi olarak dar anlamıyla tanımlanmıştır) nasıl ve nerede var sorusu önemli bir soru olarak bu makalenin konusu dışında kalıyor, ancak bu kültürün değil de kapitalizmin kültürel üretiminin yoğun propagandası altında geçen gündelik hayatta sosyalistler zehir solumaya ve “liberal” akımlara kapılmadan önceki son hazırlık aşamasına geliyorlar.

Bu durumu, hayatın her alanında ideolojik-siyasi çözümleme yaparak kapitalizmi deşifre ettiği halde kapitalizmin kültür üretimindeki (örneğin sinemasındaki) propagandanın kurbanı olmak biçiminde açıklayabilirim. Bir çelişki gibi görünüyor ama değil. Cevabı da basit; bunun nedeni “unutma” ve “bakış yeri”. Şöyle bir örnek vereyim; diyelim ki “ahlak” tartışıyoruz. Bu tartışmayı bir burjuvanın veya bir işçinin “ahlakı” olarak, yani kişiselleştirerek mi tartışırız, yoksa toplumsal koşullar içindeki bireyin nelere koşullandığıyla mı? Hangi “bakış yerinden” tartışmak, bir sosyalist açısından doğrudur? İlkinden tartışırsanız gündelik hayatın çelişkili olayları içinden, yani gündelik hayatın “konusundan” tartışırsınız ve o tartışmanın bir kazananı olmaz, çünkü her olay birbirinin tezi ve antitezi olacaktır, sonsuza kadar birbirini götüren artı ve eksiler. Oysa ikincisinden tartıştığınızda toplumsal yapıyı oluşturan “kurumlar” ile “bireylerin” ilişkisini tartışırsınız ve buranın bir “doğrusu” ve “haklısı” her zaman olur. Milli Eğitim’in “anaokulunda din eğitimi” adını verdiği ve Atatürk kelimesinin yanına üç-dört yaşında “başörtülü kız” çizimi kattığı afişiyle duyurduğu şeyin aslında o yaştaki çocuğun gerçek-gerçeklik bilincini nasıl etkileyeceğini söyleyemeyen bir üniversiteyi kişilerin ahlaki tutumlarıyla ele almaya çalışmakla aynı şey. Kişilerin tutumlarının tartışılamayacağından dolayı değil; bu ayrımı yapmadığımızda yapı ve kurumları kişilerin altında görünmez kılacağımızdan dolayı dikkat etmemiz gerekir.

Yine ikinci olarak dikkat edilmesi gereken konu, “eleştiri” kavramıdır. “Eleştiri” aynı bakış yerinden, yani perspektiften yapılır, “karşıdan” veya “karşıtlıktan” değil. Yani kapitalizm eleştirisi, kapitalizme içkindir, bir karşıtlık barındırmaz. İdeolojik ve siyasi “eleştiri” o yüzden bir karşıtlık değildir. Sosyalizm “kapitalizmin” eleştirisini yapmaz. Onun ideolojik antitezidir. Ben o yüzden adında “eleştiri” olan her şeye daha baştan önlem alınması taraftarıyım, daha çok uyanık kalmamıza yardımcı olacaktır… Örneğin, Holivud’un tarihini unuttunuz, Kirk Douglas’ın oynadığı Spartaküs filminin dönemi ile bugünü eşitlediniz. Holivud’un nasıl işlediğini unuttunuz; “bağımsız” denen stüdyoları bir “gişe” payı olarak büyük stüdyoların kurduğunu, ana akım stüdyoların filmlerinin “kurguları” için özel gösterimler yapıldığını ve filmlerin son’larının böyle belirlendiğini unuttunuz. Bütün bunları “belirleyen” Holivud’un senaryolarda ne yaptığını, yani Holivud’da “eleştirinin” ne olduğunu unuttunuz. Korkudan aksiyona, pek çok tür filminde “haksızlığa uğramış” pek çok karakter bulursunuz işin ilginç yanı bu karakterlerin uğradıkları haksızlık aslında duygusal olarak sizi de saracak bir konudur, “örneğin bir ihmalden çocuğunu kaybetmiştir), ancak gelgelelim bu karakter gidip bir otobüs dolusu insanı rehin alır; siz sonuçta hangi haksızlığa uğradığını bırakır, bu şerefsizin kafasına kurşun yemesinin haklı olduğuyla o yemekten kalkarsınız. Holivud “eleştirisi”, eleştiri kelimesinin tanımına içkin olarak sistem karşıtlığı değil, sistemin içindeki tez-antitezin bileşimidir. Bir senatör bir alçaklık yapıyorsa gazetecilik onuruyla hareket eden bir gazeteci elbette bu skandalı açığa çıkaracaktır, korkmayın. “Holivud filmleri 13 yaşındaki çocuğun zekâsı içindir” doğrudur ama bunu bir aşağılamayla söyleyenler yanılıyor. Bu filmlerin “kurgusu”, hangi yönetmen çekiyor olursa olsun, 13 yaşındaki bir çocuk için bile “açık” ve “anlaşılır” olunması üzerine kuruludur, burada size soru işareti bırakılmaz, bu kurguda konuya dair her şey tam olması gerektiği gibi yerli yerinde olduğu için kafanızda soru işareti kalmaz demek istiyorum. Kafanızda soru işareti kalmadığında, karakterlerin neyi temsil ettiği o kadar berraklaşır ki, film artık konuyu düşünmenizin değil “hissetmenizin” önünü açar. (Kurguda tuhaf şeyler yaparsak insan düşünmeye yönelir şeklinde tersinden anlaşılmamalı). Bourdieu sosyolojisiyle uğraşanlara da “sembolik” kelimesini değil, “temsil” kelimesini öneriyorum, zira söylenen tam da budur; bir temsil niteliği olmak, bir şeyin temsilini üstlenmek. Holivud’da karakterleri “sığ” veya “derin” gibi kavramlarla konuşmanın bir yararı yoktur, çünkü bir “temsiliyet” evreni sunmaktadırlar. (Buradaki “temsil” kavramı başlıbaşına bir makaleyi hak ediyor ama kısaca söylemek gerekirse: Holivud filmlerinin anlatısında karakterleri aslında birer “mizaç” olarak değerlendirmek gerekir, pek çok insanı o mizaç düşünebilir, o davranış biçimini o mizaca yakıştırırsınız. Bunun oyuncunun yaratıcılığıyla bir ilgisi yok, o mizacın dramatik yapıdaki ilişkiselliği bunu böyle yapmaktadır -biyografik veya tarihi filmler yaptıklarında da bu böyledir.) İşte bu yüzdendir ki, sadece “işleyiş” açısından söylüyorum lütfen başka anlam çıkarılmasın, Holivud filmlerinde bütün o büyük sanat eserlerindeki, örneğin klasik romanlardaki özellik bulunur; “anlatmaz, gösterir”. Kötü romancının siyasi bir metin yazsa “saçmalık” denecek fikirlerini karaktere söyletmesi veya karakterleri tanımlamasının tam tersidir yani… Anlatmaz, gösterir. O karakterin neden aşağılık olduğunu gösterir; aşağılık bir iftiracı olarak örneğin Joker filminin karakteri, iftiracı olmasının yumruğunu yer. Buna ahlaki açıdan kim “hayır” diyebilir. Joker’in “kötü mizacı” tam olarak o mizaca kimlerin sahip olabileceğini temsil ediyor. O filmde az önce bahsettiğim pek çok Holivud senaryosunun paylaştığı ortak bir karakter var: İftiracı, dengesiz, aslında aramızda yürüyen akıl hastaları olarak sistem karşıtları (eleştiren değil, yani o onurlu gazeteci gibiler değil). Bunun bir benzerini Ahmet Altan’ın sola küfretme romanı Sudaki İz’de de görürsünüz, “solcu” karakterlerin tamamı böyledir. Buna Orhan Pamuk’un Siyasal İslam’a aşk nağmeleri söyleyen Kar romanına da ekleyebilirsiniz. Her iki “roman” görünümlü uyduruk siyasi metinlerde “Kemalist, cumhuriyetçi, laik, jakoben” terimleri ana avrat küfür yerine kullanılmıştır.

Dolayısıyla ideolojik donanımınızla yukarıdaki adımlarda zehri alıp orada “ezilenlerin öfkesini” görürsünüz ama merak etmeyin halkın çoğunluğu doğru mesajı “hissedecek”, kapitalizmin olumsuz kimi yönleri olsa bile çocuğunu evden okula kadar götürdüğü yolun kimler tarafından “güvensizleştirildiğini” ve “yıkılmak istendiğini” hemen anlayacaktır! Bunu dünyadaki gösterilerde “Joker” maskeli eylemcileri gördüğünde de anlayacaktır, çünkü o yumruk haklının yumruğudur. Kimin neden Joker maskesi taktığıyla veya Joker’e benzer insanlar olup olmadığıyla ilgilenirseniz yukarıda serimlenen bütün bir kapitalizmin ideolojik kültürel mekanizmasını kapı dışarı edip konuyu “kişiselleştirmiş” olursunuz. “Yıkım” ve “güvensizlik ortamını”, bunları başlı başına şu veya bu sebepten olumlayacak biri değilseniz, insanlar için siyasi bir proje değildir, “neyin kurulması” gerektiği bir siyasi projedir ve bu tartışılmalıdır, yıkımın nasıl olacağı değil. Kapitalizmin kitlesel kültürel araçlarında kendi yıkılışının propagandasını yapıyor olabileceğini düşünüyorsanız bunu temellendirmede başarılar dilerim. Yok eğer tersi geçerliyse “eleştiride kaybolmanın” adımları sanırım yukarıda özetlemeye çalıştığım biçimde berraktır. Bunu sadece “sinema” alanında değil, elbette kültürel üretimin bütün alanlarında saptamak gerekiyor.

Kapitalizmin kültürel unsurlarına karşı en büyük silahımız “bakış yeridir”. O bakış yerini kaybettiğimizde kavramlarımızı o kültürel unsurların hizmetine vermiş oluruz. Kültür alanının ideolojik bir mücadele yeri olmasının anlamı tam olarak budur; her ne kadar güçlü ve ihtişamlı olursa olsun sizi silahsızlandırmasının tek yolu akıl yürütmenizin nasıl çalışacağını belirlemektir. Bu bir komplo teorisi değil, gizli bir el veya bir irade de size tuhaf yöntemlerle bunu yaptırıyor değil. Her yerde her zaman geçerli olan şeyle ilgili: Yapı. Düşüncenin örgütlülüğünün de bir yapısı ve bu yapıya ilişkin kuralların olduğunu bilmemiz, bunları her an keskin bir dakiklikle çalıştırdığımız anlamına maalesef gelmiyor. Ama gelmek zorunda… Nuri Bilge Ceylan sinematografisine, Nobel ödülüne veya romanlardaki “solcu” karakterlerin iç hesaplaşmalarına giderken silahsızlanıp teslim olmak var sonunda…

Sosyalist kültüre sosyalistin neden ihtiyacı olduğu, ideolojik mücadeleyi hangi araçlarla üreteceğinde yatıyor. Nasıl bir üretim sorusunun cevabındaki tüm kararsızlıklar eninde sonunda nerede durduğumuzu unutup “eleştiriye” geçmemizle sonlanmaya mahkûm gibi görülüyor.