Nankör Kültür!
"…Kültürün nazik eldiveni siyasi bir demir yumruğu gizlemektedir.Bireysel gelişim anlamındaki kültürden toplumsal kurtuluş anlamındaki kültüre geçişin ardında tarih sahnesine yeni ve korkutucu bir aktörün çıkışı yatar: Halk, özellikle de sanayi işçi sınıfı."
Derin Demir
Bu yılın Ağustos ayında üretken Marksistlerden Terry Eagleton’ın Can Yayınları’ndan çıkan “Kültür” kitabı ile buluştuk.
Eagleton’ın iğneleyici üslubu daha önceki kitaplarında olduğu gibi Kültür’de de devam ediyor. Düşüncelerini herhangi bir kalıba sokmadan olduğu gibi yazan Eagleton, her dönem verdiği röportajlarla, yazdığı kitaplarla da tartışmaya yol açıyor. Eagleton geçtiğimiz yıllarda (üslubunun da payı olduğu düşünülüyor) post-modernizmin azılı savunucuları tarafından hedef tahtasına oturtulmuştu.
Kültür… Öncelikle kitabın arka kapağındaki yazıyı paylaşmak faydalı olacaktır: “Terry Eagleton, sömürgecilikten ve onun neredeyse ideolojik kılıfı olarak ortaya çıkan antropolojiden sanayi Avrupa’sına, Alman Romantiklerinden Britanya işçi sınıfına, İrlandalı devrimcilerden kültür endüstrisine, Jakobenlerden 11 Eylül’e ve neoliberal üniversitenin postmodern kültür kuramcılarına uzanan geniş bir yelpazede, modernliğin başlangıcından günümüze uzanan dönemde, kültürün serüvenini kapsamlı bir yaklaşımla ele alıyor.
Eagleton’a göre postmodern kültürel farklılık, çeşitlilik ve kapsayıcılık fetişizmi geç kapitalizmin piyasa ve tüketim mantığıyla uyum içindedir. Her türlü dışlamaya ve hiyerarşiye karşı durduğunu öne süren bu mutlak kültürelci tutum, tüm radikalliğine rağmen siyasi olarak güçlendirici ve devrimci olmaktan uzaktır.
Eagleton, kültüre ilişkin bütünlüklü bir tanım yapmanın imkânsızlığını teslim etse de, kültürün insanlığın küresel ölçekte karşı karşıya bulunduğu acil sorunlardan ziyade, doğrudan siyasetin alanına dair olduğunu, alıştığımız ironik ve keskin eleştirel üslubuyla ortaya koyuyor.”
Bu gayet açıklayıcı olan arka kapak yazısını biraz açmakta fayda var.
Kitap gerçekten de her dönemden verilen örneklerle aslında kültürün nasıl varolduğunu, dönemin önemli isimlerinin kültür kavramına nasıl yaklaştığını, nasıl yorumladığını hiç de sıkıcı olmayan bir üslupla anlatıyor. Bu açıklayıcı notlarla birlikte özellikle “Uygarlık-Kültür” denklemi arasındaki ilişkinin nereye oturması gerektiğinin de detaylarını çiziyor.
Eagleton kitabının bazı bölümlerinde ‘Kültür’ün kavramsal kökenine dair açıklamalarda bulunuyor. Bu anlamda okuyucuya kavramı ve tarihi birlikte ele almanın önemini aşılıyor.
Günümüzde belki de en çok kullandığımız kavramlardan biri olan kültür, beraberinde birçok kültürsüzlüğü de getiriyor. Örneğin sosyal medya eğer tüm topluma mal olmuş bir şey ise kültür olabilir ancak asıl kültür sosyal medyanın nasıl kullanıldığı olmalıdır. Her gün, her an ne yaptığınızı böylesi bir mecrada paylaşmak bir kültür olabilir mi hiç? Dolayısıyla aslında kültür bir bakıma kendi içinde de çetrefilli, çeşitlenebilen bir yapıya sahiptir. Ancak asıl önemli olanı da kültürün bir değerler meselesi olmasıdır. Bu değerler (insan için) yıllar boyunca kimliğine nüfuz eden, insan olmanın en saf halini taşıyabilme halidir de aynı zamanda. Kapitalizmde ise bu değerler karmaşıklaştığından net bir kültür tarifi yapabilmenin de zorlukları ortaya çıkıyor. Eğer ki kültürü sanayileşmiş kapitalist toplumda, “sanat galerileri, üniversiteler ve yayınevleri gibi kurumların oluşumu için gerekli zenginliği”n sağlanması şeklinde ele alırsak, “daha sonra aynı toplum açgözlü ve kültürsüz olmakla suçlanabilir.” sonucunun karşımıza çıkması muhtemeldir. Eagleton’ın da belirttiği gibi “kültürden bahsedenler kavramı şişirmeden konuşmayı beceremiyorlarsa belki de en iyisi sessiz kalmalarıdır” ve evet “kültür nankördür”!
Eagleton okuru hep gerçeğe çarpar: “Söz konusu olan ikon ve imaj değil, devasa boyutlarda dolandırıcılık ve sistemli yağmacılıktı. Gerçek gangsterlerle anarşistler ince çizgili takımlar giyiyor, hırsızlar bankaları soymak yerine yönetiyordu.”
Uygarlık ve Kültür
“İnsanların en çok değer verdiği birçok faaliyetin aynı zamanda en anlamsız faaliyetler olması çarpıcı bir gerçektir.” der Eagleton. Ancak bu da günümüzün sorunlarından birisi. Uygarlık her ne kadar kültür ile eşdeğer tutulmaya çalışılsa da bunun gerçeklikle bir ilgisi yoktur. Uygar olmak kültürlü olmayı gerektirmez. Örneğin çok fazla sinema filmi icra edildiği için kültürlü bir toplum olmazsınız ya da kılık kıyafetiniz yerinde olduğu için. Çünkü sinemanın konusunun ne olduğu da önemlidir ya da “düzene uygun kafalar”ın kılık kıyafetinin düzgün olmasının önemsizliği…
Kültür siyasetle iç içedir, uygarlık da siyasetin belirleniminde insan imalatı* olan bir dünyaya işaret eder. Dolayısıyla Eagleton’ın Marx değerlendirmesi oldukça yerindedir: Marx, uygarlığın tek bir atası olduğunu ileri sürer: Emek. Uygarlık çoğunlukla bu ebeveynden müthiş derecede utanır ve tıpkı Oedipus kompleksli bir çocuk gibi onu sürekli inkar etmeye çalışır.
Peki ya “kültür endüstrisi”?
“Endüstri” kelimesine bakacak olursak, uygarlık kavramının yanında ciddi bir yeri vardır. Ancak kavram ve kavramın durduğu yere bakıldığında “ticaret” kavramından ayırmak mümkün müdür? O zaman kültür endüstrisinin kültürün saf hali ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını da belirtmek gerekir. Bankaların yayınevleri, sinemalara sponsor olan inşaat firmalar, müzik festivali düzenleyen büyük sermaye şirketleri, kültür-sanat vakfı açan, müze kuran patronlar… hepsi kendi hissedarlarının çıkarları için vardır. Kültürün etkisini tüm dünyaya yayma sebebi kâr güdüsüdür… Bunların temsil ettiği “yaratıcılık” ise, sömürü ve kazanç anlamına gelmektedir.
Çeşitlilik – Kapsayıcılık
“Çeşitlilik, hiyerarşi ile gayet uyumludur.” der Eagleton ve devam eder: “Etnik açıdan bakıldığında çeşitlilik olumlu bir değerdir ama bu, tüketim ideolojisindeki rolünü göz ardı etmemize neden olmamalıdır.”
Aslında bu bakış açısı Marx’ın dikkat çektiği bir konudur. Kapitalizm kendi işleyiş biçiminde metasını herkese eşit bir şekilde üretir ancak sadece paralı olanlar satın alabilir. Tüketim konusunda herkese eşit mesafede yaklaşılır ancak üretimde hiyerarşisini asla bozmaz!
“Kapitalizm hiyerarşiye en az kültürel çalışmalar kadar düşmandır. Herkes kapsanmalıdır; bu kapsayıcılığı mümkün kılan yapıya siyasetleriyle zarar verebilecek olanlar hariç.” diyen Eagleton haklıdır. Bugün memleketimizde de çokça karşılaştığımız üzere; çoğulculuk, farklılık, çeşitlilik gibi “birleştirici” başlıklara bugün sahip çıkanlar tarafından kültür, kapitalizmden bahsetmemenin yoluna dönüşmüştür. Kapsayıcılık da ortaya çıkan maddi farkları gizlemek için birebir işlev görür. Kitaptan örnekle; “Kamusal alanda etnik azınlıkları aşağılamak bir suçtur ama yoksulları aşağılamak suç değildir…” Çünkü azınlıkları kapsamak gerekir ama yoksullar tembel oldukları için suçlanabilir! Yani; “Farklılığa kucak açmamız beklenir ama gerçek bir çatışmadan kaçınılır!”
Eagleton’ın kitabını okurken birçok başlığa değindiği ve her başlıkta akılda soru işaretleri bıraktığını söylemek mümkün. Ancak hiçbir başlığı bütünlüğünden koparmadığını da belirtmek gerekiyor.
Daha da uzatmadan; Eagleton yine bir kitabında sorgulatmanın en cazip haliyle karşımıza çıktı. Yazıyı Eagleton ile sonlandıralım:
“…Kültürün nazik eldiveni siyasi bir demir yumruğu gizlemektedir.
Bireysel gelişim anlamındaki kültürden toplumsal kurtuluş anlamındaki kültüre geçişin ardında tarih sahnesine yeni ve korkutucu bir aktörün çıkışı yatar: Halk, özellikle de sanayi işçi sınıfı.”