Yetkisizleştirilerek görev devri
Emekten aktardığı sömürü payını mülkiyetine alan, bu sömürüden savunma, adalet ve sair tüm kamusal hizmetlerin görülebilmesi için devlet(ine!) pay veren sermaye-başat toplumda hak olur mu, adalet olur mu? Böyle bir yapılanmada adalet aranamayacağı açıktır.
Feodaliteden kapitalizme geçiş bir tür yetkisiz görev devri niteliğinde yaşanmış tarihsel süreçtir. Feodalitede toplumsal örgütlenme ve denetimin tüm kurum ve kuralları feodal beyin mutlak yetkisi dâhilindeydi. Ekonomik kaynaklar üzerindeki mülkiyet hakkı feodal beyindi. Feodal bey kaynaklarını işletip, kölelerine boğaz tokluğunu verdikten sonra tüm artık değeri kendine alırdı. Feodal beyin silahlı koruyucuları vardı. Toplumsal düzen kurallarını feodal bey koyardı ve silahlı adamları ile uygulardı. Suçluları feodal bey yargılardı. Kısacası, günümüzde devlet erki olarak algıladığımız tüm kurum ve kurulların koyulması ve kullanımı feodal beyin yetki alanı içinde idi. Devletlerin ortaya çıkışıyla, biri hariç, tüm yetkiler devlet aygıtına tevdi edilmiştir. Ne var ki, devlete devredilmeyen o tek yetki tüm diğer yetkileri çalıştırmaya muktedir erk idi. Kısacası, vaktiyle Adnan Menderes’in ifade ettiği gibi, böyle devlet yapısında hükümet “iktidar oluyordu, ama muktedir olamıyordu”. Devletin yetkisine devredilmeyen o tek fakat çok temel ana erk kaynağı olan ekonomik güç özel sektörün yetki alanında tutulmuştur. Öyle ki, savunma, adalet ya da herhangi bir devlet erkinin kullanımı ekonomik kaynağa gereksinme gösterdiğinden, varlığının sürdürülmesi ve gücünün korunması için devletin sermaye ile işbirliği yapması mutlak zaruret halini almıştır. Bu konuya eğilen, özellikle de Marksist yaklaşımlara göre tanımlanan devlet yapısı, bazen sermaye ve başat sınıfın baskı aracı olarak, bazen sermaye ve başat sınıfla organik ilişki içinde çalışan, fakat her tanımlamada sermaye ve başat sınıfın altında veya onunla aynı düzeyde, ama kesinlikle ondan üstün düzeyde görülmeyen, genellikle edilgen dokudur.
Görülüyor ki, feodal yapılanmadan devlet yapılanmasına geçilirken oluşturulan sınıflı toplum yapısında ana güç kaynağı olan sermaye devlet erkine aktarılmamış, sermayenin uhdesinde tutulmuş olduğundan, devlet işlerinin görülebilmesi için güçten devlete aktarım yapılırken, aynı zamanda sermayenin tercih ve talepleri de öne çıkarılır. Emekten aktardığı sömürü payını mülkiyetine alan, bu sömürüden savunma, adalet ve sair tüm kamusal hizmetlerin görülebilmesi için devlet(ine!) pay veren sermaye-başat toplumda hak olur mu, adalet olur mu? Böyle bir yapılanmada adalet aranamayacağı açıktır, çünkü adaletin sağlanmasında başat rol oynayan hukuk sistemi ve uygulama kurumları sistemin üst-yapı organı olarak çalışarak sermayenin çıkarlarına hizmet eder. Aynı şekilde eğitim, sanat, aile yapısı vb gibi hemen tüm sosyal kurumlar da sermaye başat sistemin üst-yapı organları olarak sermayenin çıkarlarına hizmet eder. Feodal yapıdan kapitalist yapıya geçişle oluşan devlet yapılanmasındaki başat sınıfı anlatan Adam Smith, 1776 yılında bakın nelerden söz edebilmektedir: “İşçi çalıştıranların (patronların) tüm plân ve projeleri emek üzerindeki emelleriyle ilgilidir. Tüm bu operasyonların sonucu kâra yöneliktir. Ancak kâr, ücret ve rant gibi toplumun refahı ile yükselip, çöküşü ile düşüşe geçmez. [ekonomik krizlerde kârların yükseldiğini görmez miyiz!] Kârın en yüksek düzeyde gerçekleştiği ülkeler ise, hızla çöküşe sürüklenen ülkelerdir. [Krize sürüklenirken, milyarder sayısında artış olmadı mı?] Görüldüğü üzere, bu grubun çıkarının toplumsal çıkarla ilişkisi, diğer gruplarınkinden farklı ve terstir. Tüccarlar ve büyük üreticiler büyük miktarlarda sermaye kullanırlar ve sahip oldukları servetler nedeniyle toplumun dikkatini ve itibarını üzerlerine çekerler. Bu insanlar tüm yaşamları boyunca plân ve projeler yapmakla uğraştıklarından, toplumun büyük kesiminden daha geniş algılama kapasitesine sahiptirler. Ancak, tüm zekâlarını toplumsal çıkar yerine, iş çıkarları üzerine yoğunlaştırdıklarından, ne kadar ahlaksal olmaya çalışsalar da, tüm fikir ve davranışları toplumsal çıkara değil, iş çıkarlarına yönelik olur. Bu kişilerin (iş adamlarının) diğer bireylere göre kamusal çıkarı düşünme açısından bir üstünlüğü yoktur ve bunların kendi çıkarlarını gütme dürtüsü halkın kendi çıkarını gütme dürtüsünden daha şiddetlidir. Kendi çıkarları ile ilgili güçlü bilinçle (tetiklenen) iş adamları vasat halkın hoşgörüsü üzerine baskı yapıp, onlara, halkın çıkarlarının değil fakat iş çevrelerinin çıkarlarının toplumsal çıkar olduğu yönünde telkinde bulunarak, tüm toplumu halkın bireysel çıkarlarından ve genel toplumsal çıkarlardan vazgeçmeye ikna ederler. Ne var ki, ticaret ya da üretim sektörünün herhangi bir alanında faaliyet gösteren iş adamlarının çıkarları toplumsal çıkardan farklı olduğu gibi, çoğu durumda toplumsal çıkara terstir. İş adamlarının çıkarları piyasaları genişletmek ve rekabeti ortadan kaldırmaya yöneliktir. [Öğretim üyeleri tam rekabeti överken talebeleri kandırmış olmuyor mu?]…. Bu çevrelerden (iş adamlarından) gelen herhangi bir yeni yasa veya düzenleme önerisi çok büyük bir dikkatle incelenmeli, kuşkulu ve derin incelemelerden sonra toplumsal yarar doğrultusunda olduğu hakkında kesin yargıya varılmadan kabul edilmemelidir. Zira, böylesi öneriler, çıkarı hiçbir zaman toplumsal çıkarla örtüşmeyen, toplumu kendi çıkarı yönünde baskılayan ve yalan söyleyen, daima da böyle davranmış olan bir kesimden gelmektedir.”
Adam Smith liberalizmin kurucularından olup, Marks’ın görüşlerinin de temelini atan düşünürdür. Hatta Smith’den de önce 1600’lerin sonuna doğru yaşamış ve 1700’lerin ilk yıllarında vefat etmiş olan John Locke da liberalizmin kurucularındandır. Günümüzün gerçeklerini 250 – 300 yıl önce saptamış olan bu dehalar karşısında biz biraz zavallı kalmıyor muyuz? Onlar liberalizmi inşa ederken kategorik olarak sermaye yoktu. Geçmiş zamanla günümüz arasında yaşanan muazzam değişime, sermayenin böylesi tümör gibi gelişmesi ve serpilmesine rağmen hâlâ liberalizmden medet ummak akla ziyan bir kafa yapısının eseri olsa gerek!
Emperyalizm sempatizanlarının kol gezdiği ortamda seçime sarıldık ve geçmiş zamanların Kerime Nadir romanlarında yaşandığı gibi, kazanıldığı düşünülen sonuca bir türlü ulaşamamanın derin ıstırabına sürükleniyoruz. Düşünüyoruz ki, devlet ulusundur ve seçmene hakkını teslim eder. Bunu sermaye ve emperyalizm böyle düşünür ve yerden göğe kadar da böyle düşünmede haklıdır. Peki, biz emekçiler! Neden hiç düşünmeyiz ki, bir ülkenin bölünmesi dıştan değil, içten olur; bir ülkenin teslim alınması askerle değil, ekonomi ve teknoloji ile olur; bir ülkenin teslim alınmasında silah mağlup olur, ama sapan asla mağlup edilemez! Piranalar dünyasında teslim olmak istemeyen halk ancak kendi iktidarına güvenip, dayanmalıdır!