Altın Palmiye’nin yoksul çocuğu Yılmaz Güney
Yılmaz Güney’in "Yol" filmi 35. Cannes Film Festivalin’de Altın Palmiye ödülünü alır. Bu ödül hem Yılmaz Güney hem de Türkiye sineması adına o zamana kadar elde edilmiş en büyük başarıdır. Fakat o gün bu büyük başarıyı kürsüde sağ elini yukarı kaldırıp, yumruğunu sıkarak kutlayan Güney’in ödül töreninden ayrılırken cebinde taksiye verebilecek kadar dahi parası yoktur.
Halil Yeni
Çalıştığı sinema salonunda gösterilen filmlerin afişlerini sırtına asıp, sokaklarda tanıtımını yaparak başlar Yılmaz Güney’in ilk sinema serüveni. Lise ikinci sınıfta ise altında bisiklet, And Film’in çıkardığı filmlerin makaralarını bir sinema salonundan başka bir sinema salonuna taşıyarak. Sonra da yönetmen Atıf Yılmaz ile tanışıp, onun asistanlığını yaparak.
Yılmaz Pütün, 1 Nisan 1937(1937-04-01) yılında Adana’da topraksız, yoksul bir köylü ailenin iki çocuğundan biri olarak dünyaya gelir. Babası Siverekli Zaza, annesi Vartolu Kürt’tür. Baba Hamit Pütün kan davası yüzünden Çukurova’ya göçünce Yılmaz, aileye katkı sunmak için ırgatlara suculuk, pamuk toplayıcılığı, bağ bekçiliği, simit ve gazoz satıcılığı yapar. Bu genç yaşta yaşadıkları ileride yaşayacaklarına yön verecektir.
“Herkes eşit olsa buralar cennet olurdu’’
Henüz Lisedeyken “On Üç Dergisi”nde yayımlanan “Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri” isimli öyküsünde yazdığı “ Herkes eşit olsa buralar cennet olurdu’’ sözü, savcı tarafından Komünizm propagandası sayılınca hakkında 1,5 yıl hapis ve 6 ay sürgün cezası verilir. Çukurova’da yayımlanan gazeteler 18 yaşında ki bu çocuk için “Rus casusu mahkûm oldu” diye yazıyordur. Fişleme yüzünden işinden de atılır. Bu olay sonrası “Pütün” değil “Güney” soyadını kullanacak, sinema da Yılmaz Güney adıyla tanınmaya başlanacaktır.
1966 yılında “At, Avrat, Silah” ile başlayan film serüveni, 1983 yılında “Duvar” filmiyle son bulur Yılmaz Güney’ in. 114 filmde oyuncu, 104 filmde başrol oynar. 26 filmin yönetmenliğini yapar. 64 filmin senaryosunu yazar ve 6 filmin senaryosuna yardımcı olur. 15 filmin de yapımcılığını üstlenir.
Mahir Çayan ve arkadaşlarına ‘yardım yataklık’
Yılmaz Güney’ in en büyük “oyunculuğu’’ Mayıs 1971’de sahnelenir. İsrail başkonsolosu kaçırılmıştır ve THKP-C önder kadrosu her tarafta didik didik aranmaktadır. Yılmaz Güney, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Hüseyin Cevahir ve Oktay Etimen ’i arabasında gizleyerek evlerine götürürken, yolda çevirme yapan asker Yılmaz Güney’i durdurduğunu anlayınca, arama yapmayarak ve devam etmesini söyler. Güney, arabayla evine getirdiği Mahir Çayan ve arkadaşlarını çatı katında saklar. Akşam kapısı çalınır, evinin her tarafı askerler tarafından kuşatılmıştır. Kapıyı çalan subay “anarşistleri arıyoruz” der. Yılmaz Güney büyük bir soğukkanlılıkla gülümseyerek parmağını yukarı doğru kaldırıp “Çatıda saklıyorum’’ der. Bu cevaba subay da güler ve Yılmaz Güney’in blöfüne aldanıp, iyi akşamlar dileyerek evden ayrılır. Böylece Çayan ve arkadaşlarını o gün gerçekleşen aramada yakalatmaz. Fakat daha sonra “devrimcilere para yardımı ve yataklık yaptığı” gerekçesiyle 2 yıl 3 ay hapis cezası alır ve Selimiye Cezaevi’ne gönderilir.
“Bütün dünyada sözü edilen filmler yapacağız”
Selimiye Cezaevi Yılmaz Güney için dönüm noktası olur. Sanat hayatında ve filmlerinde önemli değişikliklere gider. Eşi Fatoş Güney’ e yazdığı bir mektupta şöyle der: “ Hapis olan benim fiziğim, beynim değil. Bütün dünyada sözü edilen filmler yapacağız.’’ Dediği gibide olur. İlan edilen afla cezaevinden çıkan Yılmaz Güney, 1974’te “Arkadaş” filmini çeker. Daha önce ki filmlerinde kaba güçle, silahla sağladığı adaleti ‘’Arkadaş’’ filminde sabırla ve bilinçle sağlamaya çalışır. “Arkadaş’’ filmi büyük bir ilgi ve beğeni toplar. Fakat sorunlar yakasını bırakmaz. Aynı yıl “Endişe” adlı filmi çekerken Yumurtalık ilçesindeki bir gazinoda ilçe Yargıcı Sefa Mutlu’yu öldürmekten tutuklanır ve Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlayan yargılamanın sonucu, 13 Temmuz 1976’da, 19 yıl hapis cezasına çarptırılarak, tahliyesinden 123 gün sonra yeniden cezaevine atılır.
Sinemayı bir yaşam biçimine dönüştüren Yılmaz Güney, artık kameranın önünde değil, arkasındadır. Onun sanatsal üretimini durdurabileceğini zannedenler şaşkınlık içerisindedir. Çünkü 1975 yılında çekilen “İzin” ve “Bir Gün Mutlaka”, 1978 çekilen “Sürü”, 1979 çekilen “Düşman”, 1982 yılında çekilen “Yol” filmlerinin senaryoları cezaevinde yazılır. Ve yine cezaevindeyken “Güney” adlı bir dergi çıkartır.
Yol filmi gerçek oluyor
“İstediğim yerden, istediğim zaman kaçarım ama bu düşmanlarımın işine gelir’’ diyordu Yılmaz Güney bir röportajında. Fakat “Güney’’ dergisinde yazdığı yazılardan ötürü, tahliyesine iki yıl kala, hakkında yeni davalar açılıyor ve onun için istenilen hapis cezasının toplamı yüz yılı geçiyordu. Tek çare kalmıştı: firar. Firar etmeden önce “Yol” filminde cezaevinden bayram izniyle çıkan mahkumların hayatını senaryolaştıran Yılmaz Güney, 1981 tarihinde, bayram izniyle çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevi’nden yurtdışına kaçıyordu.
İşte büyük “Yol’’ filminin senaryosu bu şartlar altında yazılmıştır. Ve film çekimlerine ülkede, 12 Eylül karanlığı sürerken başlanmıştır. Darbe sonrası gözaltılar ve tutuklamalar devam etmekte, cezaevlerinden yoğun işkence haberleri gelmektedir. Özgürlük bağlamında dışarısı da içeriden farksızdır. Olağanüstü haller ve sokağa çıkma yasakları, korku ve tedirginlik had safhadadır. Bu şartlar altında Yılmaz Güney’in yazdığı “Yol’’ filmi senaryosuna sansür kurulunun onay vermeyeceği açıktır. Bu yüzden ‘Bayram’’ adında sahte bir senaryo, aşk filmi denilerek sansür kuruluna Tarık Akan tarafından sunulur. Yoğun tartışmalar ve ikna çalışmaları sonrası senaryo kuruldan geçer. Gerçek senaryo ise ilk, yönetmen Ender Kral’a sonra da Şerif Gönen’in ellerine teslim edilir.
Senaryoda cezaevinden izinli olarak çıkan 5 hükümlünün yaşamları, korkuları, umutları ve içlerini kemiren hesaplaşmaları işlenir. Film de, sıkıyönetimin yarattığı baskıcı yönetim tarzına, kaçakçılık ve Kürt sorununa da değinilir. Coğrafi zorluklar, geri kalmışlık, yoksulluk, ve tutucu geleneksel yapı da filmde gözler önündedir. Çekilen negatiflere el konulmasın diye kurye aracılığıyla parti parti İstanbul’a oradan da gizlice İsveç’e gönderilir. Firarından sonra filmin çekilen ham görüntüleri Yılmaz Güney ‘in de başında bulunduğu bir ekip tarafından Fransa ’da kurgulanır. Ve Cannes Film Festivaline yetiştirilir.
Cannes, bugün olduğu gibi o gün de dünyanın en büyük uluslararası film festivallerinden biridir. Yarışmanın sonuçları açıklanmak üzeredir. Salonda heyecanlı bir bekleyiş vardır. Kapalı zarf açılır ve belki de kimselerin pek tanımadığı bir sinemacının ismi salonda yankılanır. O isim Yılmaz Güney’dir… “Yol’’ filmi 1982 yılında 35. Cannes Film Festivalin’de Costa Gavras’ın “Kayıp’’ filmiyle birlikte Altın Palmiye ödülünü alır. Bu ödül hem Yılmaz Güney hem de Türkiye sineması adına o zamana kadar elde edilmiş en büyük başarıdır. Fakat arkadaşlarının anlattığına göre, o gün bu büyük başarıyı kürsüde sağ elini yukarı kaldırıp, yumruğunu sıkarak kutlayan Güney’in ödül töreninden ayrılırken cebinde taksiye verebilecek kadar dahi parası yoktur.
1982 yılında Dünyanın en büyük ödüllerinden birini, Altın Plamiye’yi, 1983 yılında ise Fransada “Eleştirmenler Ödülünü” alan film ancak on yedi yıl aradan sonra eşi Fatoş Güney’in büyük uğraşları sonucu 1999 yılında İstanbul Abdi İpekçi Kapalı Spor Salonunda gösterilirken salon tıklım tıklım doludur. Filmi izlemeye sekiz bin kişi gelmiştir.
Yılmaz Güney yalnızca sinemacı değil, aynı zamanda bir edebiyatçı ve siyasetçidir. Film senaryoları gibi öyküleri ve politik değerlendirmeleri de vardır. Fakat sinemacı yönü hep ağır basmıştır. Çünkü o sinemayı eşit, özgür ve adaletli bir dünya kurma mücadelesinin en önemli araçlarından biri olarak görmüş, düşüncelerini geniş halk kesimlerine, yaptığı filmler üzerinden anlatmaya çalışmıştır.
Emekçilere atılan tokatların hesabını mutlaka soracağız
Güney’e yıllarca yol arkadaşlığı yapmış Tarık Akan onun ölümünden sonra yazdığı bir yazıda şöyle der,
”Yıl 1977 – 1978 İzmit Cezaevi’ne ne zaman gitsem, Yılmaz Ağabey hep mide sancıları içinde kıvranıyor… Ama o gün her zamankinden daha farklı ve daha fazla sancı çekiyordu. Hep söylediğim şeyleri tekrar söyledim:
– Yılmaz Ağabey, ne olursun İzmit Devlet Hastanesi’nde ameliyat ol! Kurtul şu sancılardan! İstersen, doktorları İstanbul’dan getirteyim.
Cevap, bundan öncekilerden farksızdı:
– Hayır Tarık! Ameliyat masasında bırakırlar beni…
Ve arkasından tıpkı bir pinpon topu gibi; Toptaşı Cezaevi, İmralı Cezaevi, Isparta Yarı açık Cezaevi… Ve her gidiş onu birazcık daha zayıflatıyor, biraz daha sinirlendiriyor. Ve her gidiş onu birazcık daha parçalıyordu. Ve sonra Paris, mide kanseri…”
Belki de hastalığından kaçmasının ve ameliyat masasına yatmamasının en büyük sebebi bir tane daha fazla film yapabilmek içindi. Yılmaz Güney “Duvar” filminden bir yıl sonra, 1984 ‘te Paris ’te mide kanserine yenik düşerek hayatını kaybetmişti.
İzleyenler hatırlayacaktır. “Umut” filminin son sahnesinde Azem, (Yılmaz Güney ) arkadaşı Cemil’ in burjuva bataklığından çıkamayacağını anlayıp, yanından ayrılırken, burjuvaziyi temsil eden karakter Ahu, Azem’e bir tokat atar ve “Şimdi gidebilirsiniz” der. Âzem ise yumruğunu sıkar, gülümser ve “Bu tokadın hesabını bir gün mutlaka soracağız’’ der. Bu da bizim Yılmaz Güney’e sözümüzdür. Burjuvazinin emekçilere attığı tokatların hesabını bir gün mutlaka soracağız.