Aymazlık virüsüne demokratik güç birliği aşısı
Yurttaşları salgının önemi hakkında bilinçlendirmek için izlenecek kamusal iletişim stratejisinin en önemli unsuru, yönetimin söylemleriyle eylemlerinin tutarlı olmasıdır.
1957 yılında sosyal psikolog Leon Festinger tarafından ileri sürülen Bilişsel Çelişki (Cognitive Dissonance) kuramına göre kişiler, inandıklarıyla mevcut gerçekler arasında çelişki varsa içsel ve dışsal gerekçeler uydurarak bu çelişkiyi gidermeye, yani kendileriyle uzlaşmaya çalışırlar. Bu doğrultuda çelişkili bilgilerin yerine uygun olanları yerleştirilip bunların önemi azaltılır ya da uygun bilgilerin önemi artırılır[1]. Bu psikoloji kuramı, ülke yönetiminde yıllardır belirleyici olan tek adam psikolojisi için de yeterince açıklayıcıdır. Muktedir, hemen her konuda nesnel gerçeklerle çeliştiğinde işine yarayacak gerekçeler üreterek kendiyle kolayca barışmaktadır. Örneğin TÜİK’in açıkladığı işsizlik ya da enflasyon verileri genel kamuoyu tarafından kuşkuyla karşılansa bile Saray yönetimi, bunların gerçek olduğu savında ısrarcıdır. Benzer bir durum Sağlık Bakanlığı’nın ilan ettiği güncel salgın tablosundaki veriler açısından da geçerlidir. Kağıt üzerindeki başarı hikayeleri, sorunlardan etkilenen mağdurlar çoğaldıkça inandırıcılığını yitirmektedir.
Virüs yasak tanımıyor
İktidar bir süredir hem yurt içi hem yurt dışı ilişkilerinde aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar almayı bekliyor. Diplomatik yenilgiler, işsizlik, enflasyon, liranın değer kaybı derken kontrolden çıkan corona salgını, mevcut sorunların da yönetilmesini engelliyor. İktidarın kifayetsizliği, muhterisliğini artırdıkça dar ideolojik hezeyanlarla muhalif kesimler üzerinde güç denemesine girişiliyor. Örneğin tepkiler üzerine sonradan geri adım atılsa da açık havada yapılacak sanat etkinliklerine izin verilmemesi ya da gece yarısından sonra müzik yayını yapılmaması gibi akıl dışı uygulamaların salgının kontrolüyle ilişkisi topluma açıklanmıyor. Bu tür kararların Bilim Kurulu bünyesinde yer alan uzmanlara danışılarak alındığını gösteren hiçbir belirti de yok. Toplum yasaklarla yaşamaya alıştığı için çoğu konuda tepkisiz kalıyor. Anlam verilemeyen yasaklar sosyal medyada genellikle mizahi paylaşımlar yoluyla sorgulanıyor. Dijital ortamda çok güçlü bir kamuoyu desteği oluşmazsa talepler karşılıksız kalıyor.
İşin tuhaf yanı, halk sağlığını ilgilendiren salgın sürecinde alınan önlemler ya da kısıtlamalar başından beri Sağlık Bakanlığı’nın değil de, İçişleri Bakanlığı’nın genelgeleriyle kamuoyuna duyuruluyor. İçişleri Bakanlığı’nın sağlık alanına bu denli müdahil olması, elinde hep çekiçle dolaşan iktidarın her şeyi çivi sanan katı tutumunu yansıtıyor. Bu tutum salgının değil, fırsattan istifade toplumun zapturapt altına alınmak istendiği kanısını güçlendiriyor. Saray içi çekişmenin tarafı olduğu medyada sıkça dillendirilen İçişleri Bakanı’nın öne çıkma arzusu hem kişisel ikbal kaygısıyla, hem de tek adam rejiminin baskıcı doğasıyla uyumlu görülebilir. Ne ki polis devletini çağrıştıran cezacı yaklaşımla salgının kontrol altına alınamayacağı, bilinçsiz kitlenin denetim noktalarını atlattıktan sonra maskeyi pazubant olarak kullanmasından anlaşılıyor!
Eylem, söyleme uymuyor
Medyanın neredeyse tamamını kendi propagandası için kullanan siyasal iktidar, salgın hakkında halkı bilinçlendirmek için etkili bir iletişim stratejisi uygulamıyor. Bir kaç cılız kamu spotu dışında popüler olan ‘Hayat Eve Sığar’ kampanyası bile iktidarın ülke gerçeklerinden ne denli uzak olduğunu kanıtlamaya yetiyor. Hayatını eve sığdırabilme lüksüne sahip az sayıda insan dışında, çalışmak ya da iş aramak zorunda olan milyonlar için bu slogan, hiçbir değer taşımıyor.
Salgın sürecinde, Sağlık Bakanlığı ile işbirliğine girerek kamusal ödevini yerine getirmesi gereken Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın ise sadece tek adam rejiminin propagandası için kurulduğu artık daha iyi anlaşılıyor. Hatta Sağlık Bakanı halka tedbir uyarısı yaparken İletişim Başkanlığı, Ayasofya açılış etkinliğine ilişkin web sitesindeki haberinde şöyle bir cümleye yer verebiliyor : “Programa turistler ve vatandaşlar ilgi gösterdi. Ayasofya çevresinde ışık, havai fişek ve mapping gösterilerini takip eden vatandaşlar, beğeniyle izledikleri gösterileri cep telefonlarıyla kaydetti. Bazı vatandaşlar gösteriler sırasında fotoğraf çektirdi.”[2]
İktidarın propagandası için defalarca bir araya getirilen kalabalıklar, ‘imamın dediğini yap, yaptığını yapma’ atasözünü doğruluyor. Muktedir’in, ‘en samimi’ olarak adlandırdığı AKP tipi demokrasi, yandaşlar için fiziksel mesafeyi de samimiyete yaraşır biçimde yakınlaştırıyor! Bu aymazlığa karşın salgın yayıldığı için yurttaşı suçlayan Muktedir’in öncelikle ‘şahsını’ sorumlu davranmaya davet etmesi gerekiyor. Kamuoyunda rol model olarak kabul edilen göz önündeki iktidar sahipleri, davranışlarıyla topluma karşı sorumludur. Yurttaşları salgının önemi hakkında bilinçlendirmek için izlenecek kamusal iletişim stratejisinin en önemli unsuru, yönetimin söylemleriyle eylemlerinin tutarlı olmasıdır. Sorumluluğu yurttaşa bırakarak kenara çekilmek, salgının yönetilemediğinin de itirafı anlamına gelmektedir. Gerçekte iktidar, ülkenin esenliğini ilgilendiren hemen her alanda sorun çözme niyet ve iradesini yitirdiği için bütün enerjisini Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı eliyle kamuoyu algısını yönetmeye harcıyor.
Proaktif bir muhalefet aranıyor
Muhalefet, her şey normalmiş gibi seçimlerin zamanında yapılmasını kabullenmiş gibi çaresizce bekliyor. Ana muhalefet lideri, “Türkiye yönetilmiyor, savruluyor” sözünü inanarak söylüyorsa erken seçim kararını yüzde sekiz oy oranına sahip bir partinin insafına bırakması hüzün vericidir. Muhalefetin iktidara erken seçim için baskı yapmaması, ülkedeki gidişatın daha da kötüleşmesine göz yummak anlamını taşır. AKP’nin eski bakanı Babacan’ın, “IMF’den gelecek parayla bu ekonominin düzelmesi mümkün değil” [3] diye açıklama yaptığı bir konjonktürde, muhalefetin erken seçim için kamuoyu oluşturmaya odaklanması gerekir. İktidar, üzerinde kamuoyu baskısı hissetmediği sürece olağan takvime uymayı tercih edecek, seçim yasalarını lehine değiştirmek için de zaman kazanmış olacaktır. Millet ittifakı başta olmak üzere diğer muhalif partilerin dağınık görüntüsü nedeniyle AKP, yerel seçimlerdeki başarısızlığını unutturmak için epey yol kat etmiştir. Muhalefet bir an önce inisiyatifi ele alıp erken seçime ilişkin bir iletişim stratejisi geliştirerek ülkeyi yönetmeye hazır olduğunu halka göstermelidir. Bu bağlamda, iktidar değiştiğinde yerel yönetimlerin merkezi hükümetle daha uyumlu çalışacağı, dolayısıyla hizmetlerin de artarak süreceği anlatılmalıdır.
Öte yandan ana muhalefet partisi, kuvvetler ayrılığına dayalı güçlendirilmiş demokratik parlamenter sistemin temel ilkeleri üzerinden geniş tabanlı bir güç birliği çağrısı yapmalıdır. Demokratik güç birliği, Millet İttifakı’nın yanı sıra diğer muhalif siyasal partilerin, kitle örgütlerinin ve inisiyatiflerin de kendi siyasal çizgilerinden ödün vermeden katılacağı bir platform olarak kamuoyunda görünür olmalıdır. Siyasal ittifak pazarlıklarının dışında kalarak salt parlamenter sistemi yeniden inşa etme amacını güdecek bu platform, adil bir seçim yasası dahil yeni bir anayasa için de hazırlık yapmalıdır. ‘İç barış sağlanmadan hiçbir sorun çözülemez’ düsturuyla bir araya geldiğini vurgulaması gereken demokratik güç birliği platformu, proaktif tutumuyla gündem oluşturarak kamuoyunda iktidarın değişebileceği umudunu artırabilir.
Öznel gerçeğini, ülkenin kötü kaderiymiş gibi dayatan iktidara karşı muhalif güçler, aymazlık virüsünü kapmadan acilen işbirliği yapmalıdır. Toplumun, corona aşısı kadar moral aşısına da ihtiyacı olduğu unutulmamalıdır.
[1] https://www.apa.org/pubs/books/Cognitive-Dissonance-Intro-Sample.pdf
[2] https://www.iletisim.gov.tr/turkce/duyurular/detay/ayasofyada-istanbulun-fethi-canlandirildi-
[3] https://t24.com.tr/video/ali-babacan-imf-den-gelecek-parayla-bu-ekonominin-duzelmesi-mumkun-degil,32382