Etik zafiyeti
Lozan olmasaydı 24 Ağustos 2020 günü Ayasofya’da Cuma hutbesi ve namazı idrak edilemezdi. Bilen bilir ki, istiklali olmayan bir İslâm ülkesinde Cuma hutbesi yapılamaz, namazı da kılınamaz. Hoca efendi o gün elinde kılıçla hutbeyi kimin sayesinde okuduğunu biliyor olmalı idi.
Her siyasetçi doğal olarak siyasi tabanını geliştirmek ve güçlendirmek ister. Ancak var olan siyasi yapının her fırsatta devreye soktuğu ve giderek güçlendirmeye çalıştığı dincilik siyaseti devlet-millet tabanında partiye siyasi destek sağlayamayacağı gibi, ümmet anlayışıyla kişilere halifelik vb gibi dini mevki de bahşedemeyecektir. Buna rağmen, bin bir zorlamalarla ve güdümlü kararla açılışa götürülen, arkasında ülke varlıklarının pazarlamasının bir boyutunu da perdeleyen Ayasofya olayı, anlık sosyal hareketlenmeyle maalesef dincilik destekçilerinin çığlıklarına hizmet etmiş oldu.
Ayasofya 537 yılında kilise olarak yapılmış, yapıldığı dönemde Mısır piramitleri hariç en büyük bina sıfatını haiz, günümüzde de medeniyet sembolü muazzam bir yapıdır. Dikdörtgen temel üzerine oturtulmuş en büyük ve en yüksek kubbe binaya ayrı bir mimari özellik katmaktadır. İstanbul’un fethinden bin yıl evvel insanlığa kilise olarak kazandırılmış bu eser, tüm semavi dinlere saygılı İslâm anlayışında da bir kilisedir. O nedenledir ki, aradan geçen tarihi olaylar sonucunda binanın müze olarak dünya medeniyetleri topluluğuna katılması en makbul ve muteber çözüm olarak görülmelidir. Fatih’in vakfiyesinde ifade edilen hükümlerin yer aldığı kuşkulu olmakla beraber, İstanbul’un düşman işgalinden kurtarılması da kuşkulu metnin kaldırıldığı hükmündedir. Dolayısıyla, Ayasofya’nın doğumu 1453 değil, 537; Ayasofya üzerinde söz hakkı olan komutan salt Fatih değil, şehri işgalden kurtaran Atatürk’tür de. Fatih vakfiyesi keşke İstanbul toprakları üzerinde ve tüm vatan toprakları ve servetleri üzerinde yabancılara yapılan satışlarda ve verilen haklarda da korunuyor olsa idi. Ne var ki, o denli, anlamadan dinlemeden yalan yanlış işlerle uğraşıyoruz ki, İslâm âlemi açısından hiçbir kutsallık ifade etmeyip, salt mimari şaheseri niteliğinde bir bina olan Ayasofya’ya koşanlar, hafızların gürül gürül okudukları Bakara suresinin son ayetinin başlangıcı ve sonu arasında ilk anda çelişkili gibi görülen ince anlamı keşke anlamış olsalardı! Olamazdı, anlayamazlardı, zira “Oku” hükmünün anlamı da dincilikte anlamak değildir. İş siyasi İslâm’a sürüklenince anlamadan okumak rağbet görür, zira böylece etrafı kaplayan karanlık bulutu ülkeyi pazarlayıcı siyasete yol açar.
Lozan olmasaydı 24 Ağustos 2020 günü Ayasofya’da Cuma hutbesi ve namazı idrak edilemezdi. Bilen bilir ki, istiklali olmayan bir İslâm ülkesinde Cuma hutbesi yapılamaz, namazı da kılınamaz. Hoca efendi o gün elinde kılıçla hutbeyi kimin sayesinde okuduğunu biliyor olmalı idi. Meş’um hutbesi sonrasında yapılan suçlamalardan kurtulma ifadesi ise, hutbede kimin aklanmaya, kimin göz ardı edilmeye çalışıldığının çok net göstergesidir. Hoca efendi verdiği beyanatta, ölülerin arkasından dua edilir gibi genel laflar edeceğine, o hutbeyi hem de 24 Ağustos günü kimin emrinde değil de, kimin sayesinde okuyabildiğinin idrakinde olmuş olsa idi!
Siyasal İslâm laik Türkiye’de halkları bölme eğilimi taşır. Var olan siyasilerin günümüzde oy alma endişesine benzer şekilde, geçmişte emperyalistlerin itkisiyle sarıldığı Fetullah hareketi de dincilik temeli üzerinde yükselmiş olmakla beraber, tabanın maddi ve yapıştırıcı temelini felsefi anlamda din değil, olamazdı da(!), ekonomik anlamda kollama ve gizli operasyonlarla kadrolaşarak mekanik alan genişletme faaliyetleri oluşturmakta idi. Günümüz siyasi yapısı da yandaş ilişkisi ile hemen her kurumda aynı yöntemle yerleşerek kendisine alan yaratma ve açma yoluna gitmektedir. Bu metod liyakati sadakatle değiştirdiği için siyasi kadrolar eylem ve söylemleriyle patır patır dökülen bir görüntü sergilemektedir. Siyasi kadroların içten beslenme ve sadakat esasına dayanmasının bir diğer sebebi de Türkiye’ye özgü oluşturulmuş tek-adam başkanlık sistemidir. Her şey başkanın iki dudağı arasında olunca akıllı ve iradeli kişilik sahibi bir insan böyle bir sistemde mevki ve makam sahibi olmayı gururuna yediremeyeceğinden tutunamaz. Böylece doğal eleme sistemi ve araziye uyma modeli sisteme ve yönetim biçimine uygun elemanı merkeze çeker, diğerlerini iter.
Siyasal İslâm modeli günümüzde çevresel ülkeleri de kavrayacak ümmet anlayışının uygulanmasına da uygun değildir. Osmanlı döneminde geçerli olan sistem imparatorluk olgusuna dayanıyordu. Zira ümmet topluluğu imparatorluğun sınırları içinde kalıyordu. Günümüzde çoğu Ortadoğu’da olmakla beraber tüm dünyaya yayılı müslüman ülkelerin her biri kendi başına devlettir ve hemen hiçbir İslâm ülkesi tüm İslâm ülkelerini etki ve hâkimiyeti altına alabilecek güç ve teknolojide değildir. Günümüz koşullarında böylesi bir oluşuma ve heves edilen makama büyük güçler, emperyalistler izin vermez. Dolayısıyla, içeride halkı böleceğinden, dış dünyada da birlik oluşturamama durumundan dolayı İslâm âlemi liderliği ve bu yolla siyasi-hukuki sorumluluklardan azade olma hayali tam bir ham hayaldir. Din üzerinde siyaset sadece çirkin bir kandırmaca olmanın ötesinde ülkeleri de bilim-teknoloji ve insanca yaşamdan uzak tutar. Din ve benzeri kutsallıklar insanların özelidir, kimseyi, hele de siyasileri hiç ilgilendirmez. Din ve kutsalın diğerlerini ve çevreyi etkileyecek biçimde sosyal-siyasal alana genişletilmesi dinciliktir, sahteciliktir.
Siyasal İslâm ekonomimize deva olur düşünceleri de eğer siyasi gündem değiştirme manevrası değilse, tam bir ham hayaldir. İslâm dünyasından ne bilim ne teknoloji ne de çağdaş düşünce elde edebiliriz. Belki petrol ve para sağlayabiliriz. Ancak iktisadın temel kurallarını unutmayalım ki, uluslararası alanda hiçbir ülke bir başkasına din, dil ya da ırksal yakınlık nedeniyle ayrıcalık tanımaz. Libya’dan alacağımızı petrol de dünya fiyatından olacak, Sudi Arabistan’dan ya da Kuveyt’ten alacağımız borç da dünya faiz haddinden olacaktır. Dış ticarette ya da ekonomik ilişkilerde de durum aynıdır. Bazı özel ikili anlaşmalar yapılıyor olabilir ama bu anlaşmaların bedeli de ya boğazda yalı ya da Kanal İstanbul etrafında değerli tarım arazisi veya başka siyasi maliyetler şeklinde karşımıza çıkacaktır. Siyasilerin seçmenden gizlediği de böylesi ve uzun vadede iş işten geçtikten sonra katlanılan maliyetlerdir. Bu bağlamda, Fatih vakfiyesi, mecazî anlamda bir küllî vakıf olan ülke toprakları ve servetleri parça parça satılırken akıllara gelmiş olsa!
İslâm ekonomisi kapitalizme, hele de finansal kapitalizme taban tabana zıt iken, bunun karşısında ülke emperyalizme ve finans baronlarına teslim edilmiş durumdayken, İslâm ekonomisinden söz etmenin, takiye yapmanın ötesinde hiçbir değeri ve ciddiyeti yoktur. Emek sarf edilmemiş kazançların kabul görmediği bir sisteme bugünkü uygulamayı yerleştirmeye kalkmak, tam da “ılımlı İslâm” amacına uygun olarak emperyalistlerin beslediği rüyaya hizmet etmenin dışında bir anlam taşımamaktadır. Her zaman olduğu gibi, siyaset bugün aldatıcı bir şey söyler, şaşırtır, gündemi değiştir, yarın başka bir şey söyler, sürpriz bir hedefe yönelir, belki değerli bir arsa satışı ya da niçin meselâ Atatürk Havalimanı satışı olmasın! Ne demeli ki, hiçbir ölçüye gelmeyen siyasi aklın başarı olarak gördüğü çirkinlik!