Franz Kafka ve heyeti neden Türkiye'ye geldi?
Kafka'nın kendisi ve yarattığı karakterler bir anda bugünün Türkiyesine ışınlansa ve bir heyet olarak gelişmeleri dışarıdan izlese herhalde kendileri de durumu "Kafkaesk" (Kafkavari) olarak tanımlardı.
20.yüzyılın ilk yarısında yaşayan ve edebiyat tarihine geçen Franz Kafka, insanın gerçeklik algısını bozarak anlatmak istediğini farklı yollardan anlatan, tarihe geçmiş büyük yazarlardan biri. Ölümünden sonra az sayıda eser bırakmasına karşın, Dönüşüm, Dava, Milena’ya Mektuplar, gibi kitapları bugün geniş okur kitleleri tarafından biliniyor.
Bu kitaplarda yaratılan karakterler Gregor Samsa, Joseph K. geniş bir okur kesimi tarafından biliniyor.Franz Kafka’nın eserleri ve karakterleri edebiyat eleştirmenlerinin, okurların ilgisine konu olmaya devam ediyor. Ancak biz işin bu kısmını bırakıp, bir an için bir düşünce deneyi geliştirelim. Kafka’nın kendisi ve yarattığı karakterler bir anda bugünün Türkiyesine ışınlansa ve bir heyet olarak gelişmeleri dışarıdan izlese herhalde kendileri de durumu “Kafkaesk” (Kafkavari) olarak tanımlardı.Bu durumda Gregor Samsa “dönüşümünü” tamamlar, Joseph K. kendisinden beter bir bilinmezlikle karşı karşıya kaldığına şaşırırdı. Hatta Kafka biraz hayıflanarak, kendi yarattığı karakterlerin yeterince ilginç olmadığını bile düşünürdü! Öyle ya, ekonomik krizin sosyal etkilerinin günden güne arttığı bir ülkede her şeyin iyiye gittiğini söyleyen yöneticileriyle, bu durumu sadece kuru gürültü ile geçiştirme heveslisi muhalefetiyle ve kurumlarıyla, sürecin kendisine karşı “umutsuzluk” ve “karamsarlıkla” karşılayan geniş kesimleriyle, durumdan bir kaç tane yeni “Kafka eseri” çıkmaması işten bile değil.
***
Elbette niyetimiz, gelişmelerin Kafka’nın eserlerindeki gariplik ve karamsarlık içerdiğini saptamak değil. Ancak sıradan vatandaşın kanıksadığı bu gariplik ve karamsarlığın arkasında yatan temel neden, ülkenin yaşadığı “dönüşüm” ile yakından alakalı. Yaşanılan dönüşümün ekonomik krizle birlikte yeni bir evreye geçmesi ve sosyal hayattaki etkilerinin artık net bir biçimde gözlemlenmesi, bu tabloya neden olmaktadır. Varılan noktada, büyük dönüşümün tamamlanması var.
Bu dönüşümü bugüne değin sürdürücüsü olan siyasi iktidarın ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler nedeniyle daralan manevra alanı “her şey iyiye gidiyor” propagandası ile kapatılmaya çalışılıyor. Tabi ki mızrak çuvala sığmadığı için krizin etkilerini gizlemek mümkün olmuyor. Buradan sonra yaşanacak tüm kırılma ve gelişmeler siyasi iktidar ve muhalefet arasındaki ayrımları silerken, pay kapma yarışını hızlandırıyor. Sermaye düzeninin Türkiye’de buradan sonra yeni bir model çıkartma arayışı ayrımları silikleştirirken, iktidar mücadelesini daha fazla kızıştıracak.
Elbette tüm bu olan bitenin uzandığı diğer nokta ise sınıflar mücadelesindeki gelişmelerdir. Dönüşümün vardığı noktada ekonomik krizin iki yüzünü bir arada görüyoruz. Birinci yüzünde yukarıda ifade etmeye çalıştığımız siyasal mücadele var. Ekonomik krizin bu yüzünde tüm sermaye çevrelerinin alabildiğince pay kapmaya özen gösterdiği, farklı uluslararası çevrelerle bağlarını kuvvetlendirdiği bir görünüm var.Ekonomik krizin diğer yüzünde ise emekçi sınıfların uzun süredir yaşadığı örgütsüzlüğün, sermaye sınıfının ideolojik etkilerinin yansımaları var. Yansımaların perdeye aktarıldığı yerde ise bir tür toplumsal çözülüş ve bu çözüleşe karşı bireylerin kaçışı var. Bu kaçış kimi zaman çözümü ülke değiştirmekte görürken, kimi zaman ise hayatına son vermekte görmektedir.
Toplumsal çözülmenin etkilediği kurumların başında ise emekçilerin ekonomik ve sosyal örgütlenmeleri geliyor. Uzun süredir düzen siyasetinin bir parçası haline gelen sendikalar, bugün yaşanılan kırılma ile birlikte yeni bir dizilişe gidiyor. Bu bölmede de benzeşme hali ve bu benzeşmenin düzen siyasetindeki değişimlere denk düşen yanı var.
***
Türkiye’nin iki büyük sendikal oluşumunda, Türk-İş ve DİSK, benzer söylemlerin ortaya çıkışı yukarıda ifade ettiğimiz tablonun bütününden kaynaklanıyor. Türk-İş’in geçmiş dönemde fazlasıyla siyasal iktidarın bir parçası haline dönüşmesi, Türk-İş’i giderek önemsiz ve etkisiz hale getirmişti. Kendi içindeki sorunlar büyürken, sendikanın başındaki siyasi komiser sesi soluğu çıkmaz bir unsur haline dönüşmüştü.
Türk-İş açısından bu durum krizle birlikte artık taşınamaz hale geldi. Nitekim, Türk-İş bugün “daha belirleyici” bir unsur olarak hareket etmeye çalışıyor. Kamu işçilerinin toplu sözleşme sürecinde, metal toplu sözleşme sürecinde ve asgari ücret belirleme komisyonunda Türk-İş’in takındığı tutum, belirleyici aktör olduğunu hatırlatma üzerine kuruluydu. Sendikal bürokrasinin ve düzen siyasetinin bir parçası olarak Türk-İş yeni bir konum aldı.
Bu yeni konumlanışın DİSK’i de etkilediği gözlemleniyor. Son DİSK kongresi, belki de DİSK tarihindeki 1977 ve 1992’den sonra üçüncü makas değişikliğine denk düşüyor. Bu makas değişikliği ile birlikte DİSK ile TÜRK-İŞ arasındaki farklılıklar daha da azalmıştır.
Tüm bu gelişmeler, “dönüşümün” ve krizin etkileri olarak hayatımıza yansırken, işlerin sessizce kabulleniş noktasında kalamayacağı aşikar. Ancak aşikar olanın anlaşılır hale gelmesi, toplumsal çözülüşe karşı sınıfın ısrarlı ve kararlı bir örgütlülüğünün arttırılması ile mümkün olabilir.Burada benzeşenlerle ayrışmak, daha güçlü, kitlesel bir gücün ortaya çıkması için şart. Bunun için ise şimdiden ısrarlı bir tavrı ortaya çıkarmak zorundayız. Yoksa bir tür Kafka karakteri olmayı kabullenmek anlamına geliyor ki; onun bizim tarafımızda pek bir karşılığı yok.
Bizden söylemesi…