Gaz ve devlet
Nisyan ile malul olup her müjdeye kanan bir topluma böylesi balonlar yaşatılırken, belki de amaçtan bağımsız olarak, her ekonomik müjdeyle aynı zamanda da müjdenin içerdiği sömürü gizlenmekte ve perdelenmektedir.
Müthiş keşif!
Karadeniz’de bilmem şu kadar metreküp doğalgaz bulundu ve Türkiye’nin önüne yeni bir ufuk açıldı! Bu haberin arkasından hemen şu haber de servis edildi: “Merkezi ABD/Kaliforniya San Ramon’da bulunan CHEVRON Petrol/Doğalgaz arama şirketi müjde olarak açıklanan doğalgaz sondaj bölgesinde Türkiye/TPAO ile Eylül 2010’dan beri % 50 ortak olduklarını açıkladı.”
Herhalde reklamcılık ve reklam şirketleri kapitalizmle, hatta kapitalizmin doygunluk ve piyasa arama döneminde ortaya çıkmış olmalıdır. Devletlerin reklama gereksinimi olmadığı düşünülürdü, demek küresel sömürüde emperyalist ajanlar lehine taşeron devletlerin de reklama gereksinimi varmış. Çünkü “hizmet iktidarı”nda kalmaları için halkı bir şekilde oyalamaları gerekiyormuş!
Petrol ya da doğalgaz sondajlarında derine inildikçe maliyetler artacağından istihraç rasyonel olmaz. Bu tür faaliyetlerin sosyo-ekonomik çözümlemelerinde de fazla derine dalmak bayağı maliyetli olduğundan, ima edilen anlaşıldıktan sonra, biz bu yazıda yapılan reklamın halk kesimlerini nasıl etkilediğine biraz eğilerek, sistemin bu alanda yansıttığı sömürü görüntüsünü tartışalım. Neden böyle bir yan yola saptım meselesine vereceğim yanıt çok nettir. Nisyan ile malul olup her müjdeye kanan bir topluma böylesi balonlar yaşatılırken, belki de amaçtan bağımsız olarak, her ekonomik müjdeyle aynı zamanda da müjdenin içerdiği sömürü gizlenmekte ve perdelenmektedir. Bu süreci pandemi ile şöyle veya böyle mücadele ederken de gördük yaşadık. Pandemide devletin her yaptığı ödeme ya da bankaya borçlandırma yaşanan karmaşada öylesine alicenap kamusal davranış olarak algılandı ki, sermaye ile devletin arka planda nasıl sıkı bir işbirliği içinde olduğu anlaşılamadı bile.
Gelelim gaz meselesine. Gaz bulundu sevinci(!) algısal olarak hemen faturalara yansıtıldı. Hâlbuki doğru ya da değil, gazın çıkarılması, borularla karaya aktarılması ve sisteme dâhil edilmesi hep bir üretim faaliyetidir. Ne güzel, değil mi! Demektir ki, bu süreçte sadece gaz faturalarımız eksilmeyecek, aynı zamanda insanımıza da yeni iş sahaları açılacak ve işsizliğe bir nebze de olsa çare üretilmiş olacaktır.
Bu arada hiç konuşulmayan ise sömürüdür. Her üretim aşamasında emekçiler ürettiklerinden sadece günlük yaşam maliyetini alıp, geri kalanını işverene bırakırken anlamsız şekilde mutlu olurken, bu karmaşık süreçte nelerin yaşandığının farkına dahi varamamaktadır. Aynı süreç pandemide de yaşandı. Ne hazindir ki, ölen doktorlar anıldı, hastanelere isimleri verildi, ama hastalarla daha yakın temasta bulunarak hastalanan ve ölen hemşirelerin ve hastabakıcıların esamisi dahi okunmadı. Oysa hasta ile daimi yakın temasta olan doktorlar değil, hemşire ve hastabakıcılardır. En fazla riske karşı çalışanlar sistemin yanlış nitelediği destek elemanlardır. Ne demek, destek elemanı!
Kapitalist sistemde sömürü üretim aşamasında olur, ancak sistem sömürü basamaklarını tanımlayıp, elemanları bu aşamalara yerleştirerek sınıflandırıp görevlendirirken bu durum anlaşılmaz. Başka bir deyişle, emeğin sınıflandırılıp kademelendirilmesi sömürü derecesini ortaya koyar ve derinleştirir. Emekçilerde durum budur. Sendikaların ve özellikle de siyasi örgütlerin hiç yılmadan sömürü mekanizmasını ve sömürüye yönelik emekçi kesimin sınıflandırılmasını tekrar tekrar dile getirip, kafalara kazıması gerekir. Hele de, pandemide insanlar açlık ile ölüm arasında şaşırmışken kendi algılaması ile bilinç oluşturup geliştiremez. Hâlbuki pandemi sürecinde devlet aygıtının manevraları sermaye-siyaset ilişkisini o denli net olarak yansıtıyordu ki, bu durumu analiz edip, emekçilere yansıtmak da söz konusu örgütlerin görevidir. Bu cehennemde emekçiler daha çok bireyselleşip, Sartre’ın belirttiği gibi hemen her şeyi reddeder konuma girer, çünkü tek hedef açlıkla ölüm arasında olabildiğince dengede giderek yaşamda kalmaktır. Bu durumda sınıf bilinci ikinci kademeye geriler. Örgütlerin görevi ikinci kademeye gerileyen sınıf bilincini uyanık tutmaktır.
Gaz müjdesi kursağımızda kaldı, çünkü halkımıza söylenmeyen yönü ile bir de yabancı menşeili şirket zaten işin yarısına ortakmış. Buna da şükür, zira ya İda dağları rezaletinde olduğu gibi Kanadalı şirket parsanın çoğunu götürse idi! Hal böyle ise, bir siyasetçi nasıl oy için böyle bir yola girebiliyor! Sanırım, küreselleşme salt sermaye hareketleri ile anlatılmamalı, küreselleşmede emperyalist devletler de kendi sermayelerinin dürtüleriyle çevreye sarkmakta ve taşeronlarını bazı hizmetlere koşabilmektedir. Emperyalizmin küreselleşme olarak tanımlanması bizi hiç yanıltmasın. Hatta o kadar ki, ufak istisnalar haricinde hemen tüm ülke siyasilerinin birbirine benzediği ve geçmişin oturaklı siyasilerden çok farklı olduğu savı dolaşmakta, fakat nedense kesinlikle niçin ve nasıl oluyor da bu çağda hemen tüm siyasiler birbirine böylesine benzer görüntü sergileyebiliyorlar diye düşünmek yerine her bir siyasiyi ayrı ayrı analize kalkıyoruz. Siyasiler dünyasındaki bu gelişmelerde anlaşılamaz hiçbir şey yoktur. Dünya sermayesi konumuna gelen büyük sermaye tüm ekonomileri belli şekilde birbirine bağlarken, siyasilere halkı zapturapt altına almak dışında bir görev kalmamaktadır. Böylece bütünleşerek köleleşen yeryüzünde her ülke halkı kendisini sistemde uygun görülen yerde bulacaktır. Bu duruma itiraz edilmemesi için eğitim, insanları kör cehalete sürükleyecek şekilde çökertilecektir; hukuk, insanları itirazsız köleliğe sürükleyecek şekilde çökertilecektir; medya, insanları aldatmak ya da yönlendirmek amacıyla palyaçoluğa soyundurulacaktır.
Bu düzende yerel siyasiler de merkezi güdülemesinde genelde halkı tutmak ve merkez sermayeye katkıya yönlendirme çavuşluğun soyundurulacaktır. Aslında görünür siyasilerdir, fakat görünmeyen sermayenin tüm yerküreyi tetikleme yöntemidir. Sermayenin çevreye verdiği bahşiş daralınca halkı tutmak için, hiç gereksinme yokken usullere ve nezakete de aykırı olarak Ayasofya’ya da Kariye’ye de çökülür, pandemi var diye geçmiş zaferler unutturulur, bir yandan ulu geçmişe sarılıp, diğer yandan da din kutsalının ayarı değiştirilip halka yutturularak, gelebilecek eleştirileri kâh geçmişine saygısızlık, kâh dine saldırı bahaneleri ile engelleyerek dikensiz gül bahçesi yaratılmaya çalışılır. Ne var ki, gül bahçesine siz giremezsiniz, zira siz bahçıvansınız, sahipleri gelmektedir. Gelecek nesli bu denli borçlandırarak İstanbul’a bu kadar alt ve üst yapı yapmanın her halde bir sebebi ve olası sonucu olsa gerek!