GÖRÜŞ | İktidarın “gaz keşfi” ne anlama geliyor?
Bulunan rezervin sanki yarın toplumun gelirini etkileyecekmiş gibi sunulması da ayrıca bir çarpıtmadır. Bulunan rezervin çıkarılması ve kullanıma sokulması en iyi ihtimalle 5-6 yılı bulacağı ve çıkarma maliyetinin de 6-7 milyar dolardan az olmayacağı uzman çevrelerce belirtilmektedir. Bu durumda şunu sormak lazım, bu para nereden bulunacak ve bu bedeli kim ödeyecek. Elbette Türkiye toplumu ödeyecek.
Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde Karadeniz açıklarında Tuna-1 kuyusunda 320 milyar metreküp doğalgaz rezervi bulunduğu “müjde”sinin arka planını irdeliyoruz.
Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) İstanbul Şube Yönetim Kurulu Başkanı Cemil Kocatepe, Manifesto‘nun konuyla ilgili sorularını yanıtladı.
Kocatepe, rezerv müjdesinin hayata geçiriliş sürecini, başka ülkelerin henüz kullanmayı tercih etmediği rezervleri, siyasi iktidarın buradaki siyasi niyetleri ve enerjide dışa bağımlılığa son verebilecek gerçekçi adımları anlattı.
Ereğli’nin 175 km kuzeyinde açılan Tuna-1 kuyusunda yapılan doğal gaz keşfi gelişmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cemil Kocatepe: Sözün başından şunu belirtmiş olalım, bilhassa fosil yakıtlı enerji kaynaklarının emperyalist ülkeler tarafından kontrol edildiği bilinirse ve bu kaynağın da ülkemizin sistemi gereği emperyalist ülkelerin kontrolü altına çıkarılacağının da bilinmesi gerekmektedir. Çıkarma maliyetini karşılayacak parayı finans kapitalin ağababalarından, doğalgaz çıkarma teknolojisinin de onlardan temin edileceği belli iken gerisi laf-u güzaftır.
İktidarlar her seçim öncesinde ve toplumsal anlamda sıkıştıklarında doğalgaz, petrol, altın, uranyum vs. rezerv açıklamaları ile kendilerini rahatlatmayı amaçlıyorlar.
Bu açıklamada, durumun bundan biraz daha gerçeğe yakın olduğu hissini uyandırdılar, ama baştan şunu belirtmek lazım, fosil yakıt bulunmasının müjdesi olmaz, fosil yakıtlar, ekolojik etkileri ile çevreye, doğaya verdikleri zararlar ile kullanılmasına karşı toplumda ciddi bir muhalefet oluşmuştur.
Bulunan rezervin sanki yarın toplumun gelirini etkileyecekmiş gibi sunulması da ayrıca bir çarpıtmadır. Bulunan rezervin çıkarılması ve kullanıma sokulması en iyi ihtimalle 5-6 yılı bulacağı ve çıkarma maliyetinin de 6-7 milyar dolardan az olmayacağı uzman çevrelerce belirtilmektedir. Bu durumda şunu sormak lazım, bu para nereden bulunacak ve bu bedeli kim ödeyecek. Elbette Türkiye toplumu ödeyecek ve bu bedel en geç önümüzdeki yıldan itibaren doğalgaz, elektrik faturalarına yansıtılacaktır, iktidarın bugüne kadar ki uygulamaları göstermiştir ki faturalarda düşme değil artma olacaktır.
Bu iktidarın her müjdesinde olduğu gibi bu da halka değil, sermayeye verilmiş bir müjdedir.
Bu açıklamanın çok sorusu ve çok yanıtı vardır, ama soruya kısaca bu yanıtı vermiş olalım
Keşfin yaklaşık 320 milyar metreküp civarında rezerve sahip olduğu ifade edildi. Tek kuyuda ve sadece kısa süreli test sonucunda verilen bu rezerv miktarının doğruluk payı ne kadar?
Cemil Kocatepe: Rezervin doğruluk payı yüksek olabilir, rezervde artma da olabilir, sonuçta deniz yüzeyinden 2000 m, 1500-2000 m’si denizaltı sondajı olmak üzere 3500-4000 m derinlikten bahsediliyor, bu ihtimaller olabilir. Ama ne ifade eder; sadece birkaç ülkenin rezervlerinden bahsedersek; Rusya’nın 50 trilyon metreküp, İran’ın 35 trilyon metreküp, iktidarın kankası Katar’ın rezervinin 24 trilyon metreküp olduğu ve topluma maliyeti açısından üretimi pahalı bir gazı kullanmak mı veya satın almak mı uygun olur diye sormak lazım.
İktidar, bugün için öncelikle diğer ülkelerin satın alma fiyatlarının birkaç katı fiyattan aldığımız doğalgazın fiyatını düşürmek için uğraşmalıdır.
TPAO’nun Varlık Fonu’na devri ve özelleştirmeler, bu keşfin ‘milli’liğini kamuoyunda sorgulatıyor. TPAO’nun bugünkü mevcut yapısı ve durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cemil Kocatepe: TPAO konusunda uzman bir mesleki kuruluş olmamakla birlikte, 2013 yılında çıkarılan 6491 sayılı Türk Petrol Kanunu ile kurumun varlığına darbe vurulduğu bilinmektedir.
Özelleştirmeler, 1980 sonrası emperyalist ülkelerin dayatmaları sonucu dünyada ve bizim gibi ülkelerde ekonomik ve toplumsal gelişmeye vurulmuş en büyük darbeleridir. Bilindiği üzere neo-liberal sistemin en bağnaz temsilcisi AKP’dir ve en büyük özelleştirmeler ve talan bunların iktidarı zamanında gerçekleşmiştir ve bu tahribat en ağır biçimiyle halen sürmektedir.
AKP-Saray iktidarının yaptığı tüm işler; elektrik üretim ve dağıtım özelleştirmeleri, İstanbul havalimanı, çevre yolları, 3. Köprü, Osmangazi köprüsü, Çanakkale köprüsü, başka havalimanları, şehir hastaneleri ve daha nice projelerin ihaleleri dolar-döviz bazlıdır, iş anlaşmazlıklarında çözüm yeri olarak Londra mahkemeleri adres gösterilmektedir. Bizim anladığımız şudur ki, bu iş anlaşmaları ile ülkemiz soyulmaktadır
Hiçbir uygulaması “Yerli ve Milli” olmayan iktidar, din olgusunu olduğu gibi bu sloganı da kendisine perde-örtü yapmaktadır.
Biz tarihi olarak şunu çok iyi biliyoruz; AKP-Saray iktidarının kurucuları ve ideologlarının kıblesi 6. Filo olmuştur ve halen o filoyu kıble ederek “ibadet” yapmaktadırlar.
Bugün, enerjide yılda ortalama 50 milyar dolar civarında açık veren ve dışa bağımlı hale getirilen ülkemizde durumun tersine çevrilmesi nasıl mümkün olur?
Bu sorunuza da kısa başlıklarla yanıt vermeye çalışayım;
1-Salgın sürecinde yaşananlar çok iyi göstermiştir ki, her şeye rağmen az da kalsa kamu hastaneleri ve kamucu anlayış olmasaydı salgın çok daha fazla ölümlere neden olabilecekti. Bunun devamı olarak toplum yaşamını iyileştirecek olan diğer alanlarda da kamulaştırma yapılmalıdır.
2-Enerji ve Elektrik alanındaki kurumların Kamulaştırılarak tek çatı altında toplanması ve enerjinin en temel insan hakkı anlayışı ile kar eden değil hizmet üreten bir anlayışla yönetilecek hale getirilmesi,
3-Enerji alanında öncelik enerji verimliliği olmak üzere, fosil yakıtlar yerine öncelik Güneş, Rüzgar başta olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımına verilmelidir. Yalnız bu kaynaklar için yapılacak yatırımlar içinde Çevresel Etki Değerlendirme çalışmalarının çok doğru bir şekilde yapılmasıdır, yoksa diğer enerji kaynaklarında olduğu gibi ciddi olarak ekolojik sorunlara yol açabilirler. Bunun en iyi örnekleri, hiçbir bilimsel çalışma yapılmadan rasgele yapılan ve büyük doğa yıkımlarına ve yaşam alanlarının terk edilmesine yol açan HES projeleridir.