Hayali zenginlik, gerçek yoksulluk

Bugün sıkışan asgari ücret, yükselen fiyatlar, ulaşıma yapılan son zam, yaygınlaşan işsizlik vb gibi göreli yoksullaşma sıkıntılarıyla iktidara yüklenirken, siyasilerin de dönüp, “Bizi, politikalarımıza, dine sarılmamıza! milliyetçiliği kışkırtmamıza! vs göre değerlendirerek, siz seçmediniz mi?” dese, ne deriz!  

Bir insan zenginken, birçok sebebe bağlı olarak fakirleşebilir. Bir ülke varsıllık içinde yüzerken, yanlış yönetim ve hesapsız girişimlere bağlı olarak yoksullaşabilir. Bu olasılıklar üzücüdür, ancak anlaşılabilir. Fakat nasıl oluyor da bir ülke bir dönem hayali zenginlik içinde yüzüyor da, ertesinde bir dönem geliyor da yoksulluğa sürükleniyor. Ne var ki, binbir surat kapitalizmin hinliği nedeniyle böyle bir muamma çağımızın kapitalizminde her insanın ve ülkenin de başına gelebiliyor. Türkiye böylesi hayali zenginlik dönemini izleyen günümüzde göreli yoksullaşmaya doğru yol alıyor. Bugün bu konuyu, uluslararası finansal kapitalizmin maharetleri bağlamında, siyasi kadromuzun, ister hırsına kapılarak deyin, ister yanlış yönetimiyle deyin, ne derseniz deyin, uyguladığı politikalarla ülkeyi sürüklediği sonucu odağa koyarak tartışacağız.

Önce kapitalizmin çağımızı parlatan finansal numarasından söz edeceğim. Finansal süreçler Hollanda ve İtalya’da çok önceleri ortaya çıkmış ve kullanılmış olmakla beraber, günümüzdeki zirve yoluna 1980’lerde girerek, merkez kapitalizmin krizini ertelerken, bizler gibi gelişmekte olan ekonomileri krize ve yoksulluğa sürükledi. Çok basit değil mi; tahterevalli! Çok gerilere gitmeden hikâyeyi 1970’lerden başlatmak istiyorum. Bunun sebebi, 1970’lerin sonlarının, merkez ekonomilerde kâr oranlarının gerilemesine bağlı olarak, piyasaları genişletmeyi amaçlarcasına, bir yandan finansallaşmaya, diğer yandan da küreselleşmeye yönelişin başlangıç dönemi olmasıdır. Kâr oranlarının gerilemesinin nedeni piyasaların daralması ve satışların düşmesi olduğundan, karşı önlem olarak, piyasaları genişletmek amacıyla bir yandan finansal işlemlerle gelecekteki piyasaların öne çekilmesine, diğer yandan da küreselleşmeyle tüm yerkürenin piyasa olarak açılmasına yönelindi. Çözümün bir kanadı olarak gelecek dönem piyasalara uzanmak amacıyla finansal işlemler, yani borç sistemi devreye sokuldu. Piyasalarda atıl para olduğu sürece ihtiyaç sahibi insanlar borçlanır. Uluslararası piyasalarda atıl para olduğu sürece de devletler borçlanır. Sıcak para denen olay, bir ülkede faiz haddinin dünya faiz haddinden yüksek olmasına bağlı olarak küresel fonların bu ülkeye yönelmesidir. Türkiye’de 1980’lerden itibaren uygulanan yanlış fakat para çekmek amaçlı yüksek faiz politikası küresel sermaye için adeta cennet işlevi gördü. 2000 IMF-Derviş programı ile de sürdürülen yüksek faiz politikası ise uluslararası fonlara cennetin kapılarını daha da açarak, ülkeye sıcak para akınını hızlandırdı. Lütfen, emperyalist politikanın yol haritasına dikkat edelim! Şöyle ki, zengin merkez ülkelerde likit para bollaşıp yüksek kârlı yatırım alanı daralırken, Türkiye, Özal döneminden başlayarak AKP döneminde de devam edercesine yüksek faiz politikasına sadık kalarak, faiz karşılığında bol parayı ekonomiye çekmiştir. Kısacası, varsıl merkez ülkeler bol paraya sahip olup, üretimlerini satacak yer ararken, bizde de vitrindeki ithal ürünlere yönelen müşterilere,  kredi satmak için kolları sıvayan bankalar eşlik etmiştir. Ne kadar uyumlu ikiz, değil mi! Türkiye 1980’lerden beri finansal girdaba kapılmış ve geleceği bir an bile düşünmeden giderken, bir gün hesap verme zamanının geleceğini aklına dahi getirmemiştir.

Bir de bu sürecin Batı dünyasındaki görüntüsüne bakalım, acaba orada neler oluyor? Öyle gözüküyor ki, Batı dünyası bu işten pek memnun; Batı bir yandan atıl parasını yüksek faizle değerlendiriyor, diğer yandan da faiz karşılığı borç verdiği ülkelerde ürünlerini pazarlıyor, sermayesine yeni iş alanları buluyor. Öyle gözüküyor ki, Batı dünyası içine düşmüş olduğu 2008 krizinden henüz çıkamamış olmakla beraber, bizim gibi ekonomilerle girdiği finansal işlemler ve satış muameleleri ile durumu biraz da olsa kurtarabiliyor,  hatta bugünü kurtardığı gibi, gelecekte verdiği borçların faizini de kesintisiz tahsil edecektir.

Gelelim Türkiye’ye, burada da hikâyeyi Özal dönemine kadar geriye götürmeden, 2000 IMF-Derviş programından başlamak uygun olur. Bütün programı gözler önüne sermeden, bizi ilgilendiren bölüme baktığımızda, programın faizleri yükseltici sonucu olduğunu görüyoruz. Faizler yükselince yabancı sermaye doğal olarak ekonomiye hücum eder. İş bununla da bitmez. Ekonomiye yönelen anormal döviz akını döviz fiyatını düşürür, yani aynı miktar döviz daha ucuza alınabilir. Örnek olarak, bir dolar bir liraya eşit iken, baskılı kur uygulamasıyla bir dolar elli kuruşa eşit olabilir. Yani, yapay olarak dolar ucuzlamıştır, lira ise değerlenmiştir. Bu, şu demektir; Türkiye’deki bir liralık bir ürün yabancılara pahalı gelir, çünkü bu ürünü alabilmek için iki dolar gereklidir. Buna karşın, dış dünyada bir dolar olan bir ürün Türkiye’ye ucuz gelir, zira dış dünyada bir dolarlık ürünü elli kuruşa alabiliriz. Kısacası dış ticarette ithalat ve ihracatı ayarlayan fiyat dengeleri ihracatımız aleyhine, ithalatımız lehine sapmış demektir. Kısacası, ihracat yaparak para kazanıp yatırım yapmamızın gerekli olduğu bir dönemde, ihracatımız baltalanıyor, ithalatımız ise yükseliyor. Diğer bir deyişle, emperyalistlerin dayattığı politikalarla Türkiye yapay parıltılar sarhoşluğunda yüzerken, ülke ekonomisi alttan alta eritiliyordu. Vitrinler, yerli ürünleri ikame edercesine yabancı lüks ürünlerle dolup hevesimizi kabartırken ithalatımız artıyor, ihracatımız ise geriliyordu. Peki, biz 2000 IMF anlaşmasını döviz krizine girmiş olduğumuzdan dolayı yapmadık mı? Evet, döviz sıkışıklığı yaşadığımız için yaptık. Oysa dayatılan politika bizi bizim çıkarımıza doğru değil, emperyalistlerin kazancına yönlendiriyor; gerçek kazancımız oluşturan ihracatımızı baltalıyor, iş olanaklarını daraltıp, işsizliği yükseltiyor, gözümüzü boyamak için de bize faiz karşılığı borç veriyor ve kendi malını vitrinlerimizde gözümüze sokuyor.  Sömürülen sadık saf oldukça sömürenden hesap sorulmaz! Sömürülen ülke dönüp kendisine bakmalı; verilen oylarla kimlere hizmet eden siyasilerin seçildiğine, bu seçimi yaparken de gelecek nesillerimizin haklarına tecavüz edildiğine bakmalı.

İş bununla da bitmedi. Bir de köprü, tünel vb gibi Batı sanayisine iş verircesine alt-yapılara yöneldik. Alt-yapı gereksiz değildir. Ancak, bu işlerin bu denli hızlı ve gelir garantili yapılması ekonomi kurallarına değil, sömürü kurallarına uygundur. Şöyle ki, ekonominin temel kuralı, kazanç ve maliyetler arasında, zaman içinde mukayese yapılarak, yapılan işin ya da sağlanan kazancın neye mal olduğuna göre karara bağlanmasıdır; aksi halde, gelecek nesli borçlandırmak pahasına var olan siyasi iktidarın hırsına kurban olunmaktadır. Uzun detaya girmeden köprü ya da tünel hatta metro vb gibi alt-yapı yatırımları azalan maliyetli kuruluşlar olarak zararla çalışırlar. Ondan dolayı söz konusu alanlar kamusal olarak inşa edilir ve işletilir: Ancak firmalara verilen gelir garantisinin sömürü baskısı dışında hiçbir ekonomik gerekçesi yoktur. Fazla teknik ve detay gerektiren bu konuyu başka bir güne bırakarak, bugün sıkışan asgari ücret, yükselen fiyatlar, ulaşıma yapılan son zam, yaygınlaşan işsizlik vb gibi göreli yoksullaşma sıkıntılarıyla iktidara yüklenirken, siyasilerin de dönüp, “Bizi, politikalarımıza, dine sarılmamıza! milliyetçiliği kışkırtmamıza! vs göre değerlendirerek, siz seçmediniz mi?” dese, ne deriz!