Haziranda ölmek kadar Haziranda ölenleri yazmak da zordur: Ahmed Arif
‘Öyle yıkma kendini/ Öyle mahzun, öyle garip.../ Nerede olursan ol/ İçerde, dışarda, derste, sırada/ Yürü üstüne üstüne,/ Tükür yüzüne celladın/ Fırsatçının, fesatçının, hayının… / Dayan kitap ile/ Dayan iş ile/ Tırnak ile, diş ile/ Umut ile, sevda ile, düş ile/ Dayan rüsva etme beni.’
Hazal Güneri
Neler söylenmiş aşk ve sevda üzerine… Ne romanlar, ne mektuplar, ne dize dize şiirler yazılmıştır uzun uzun. Uzun yazılmıştır, süslü yazılmıştır ki aşkın gerçekliği ve büyüklüğü anlatılabilsin. Fakat öyle biri çıkmıştır ve öyle sade ve içten şeyler söylemiştir ki, tüm şiirleri masalları özetlemiştir sanki: ‘Oy Sevmişem Ben Seni’.
Onunki Diyarbakır Kalesi’nden Ankara Kalesi’ne uzanan bir yolculuktur… Tıpkı kendisinin de dediği gibi ‘Beşikler vermişim Nuh’a/ Salıncaklar, hamaklar…/ Havva Anan dünkü çocuk sayılır/ Anadolu’yum ben, tanıyor musun?’ Anadolu’dur o. Anadolu kadar derin, Anadolu kadar içten ve Anadolu kadar samimidir. Kavgasını da aşkını da bu toprağın sıcaklığıyla kucaklar, sahiplenir ve Anadolu ile seslenir, öğüt eder! ‘Öyle yıkma kendini/ Öyle mahzun, öyle garip…/ Nerede olursan ol/ İçerde, dışarda, derste, sırada/ Yürü üstüne üstüne,/ Tükür yüzüne celladın/ Fırsatçının, fesatçının, hayının… / Dayan kitap ile/ Dayan iş ile/ Tırnak ile, diş ile/ Umut ile, sevda ile, düş ile/ Dayan rüsva etme beni.’
Belki biraz da Anadolu’yu bu kadar sahiplendiği için üzerinde kötülük görmek istemez. Haksızlığa, acıya gözünü kapatamaz ve yazar ‘Otuz Üç Kurşun’u’ Muğlalı Katliamı üzerine. Ne yazık ki yazmak da yasaktır ve ‘Bu yasaklar firavun kalıntısıdır!’. Defalarca sorgulanır, dövülür hatta bir çöplükte ölüme terk edilir. Şöyle anlatır; “Şu Bahçelievler’de manyağın biri otuz tane tavuğu çalsa, kesse, ertesi gün Ulus gazetesi olayı dört sütun üzerinden verir. Tavuk değil bu yahu 33 tane senin vatandaşın… Hiçbir suçu yok… Tertemiz… Belki hepimizden daha suçsuz… Kimsesizlikten başka suçu yok. Kimsesiz adamlar o kadar…”. “İşte bu “Otuzüç Kurşun” şiiri yüzünden geldiler, götürdüler beni… Gece sabaha kadar dövdüler. “Oku” dediler, okumadım… Dövdükten sonra o tellerden aşağı attılar beni. Orada öylece kalmışım. Sabah çöpçüler gelip buluyorlar. Sokak köpekleri gelip gelip kokladılar beni. Ödüm koptu, ölü sanıp yiyecekler diye…”
Çocukluğundan itibaren özümsediği, benimsediği düşüncelerini Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümüne kaydolduğu sene Türkiye Gençler Derneği’nin üyesi olarak destekler. Çünkü yanlış gidiyordur bir şeyler, bir yerlerde bir eksiklik vardır. Şiirleriyle dile getirir bunu. Bu düşünceler, bu kabullenmeyişler sanatını besler. Haykırır, isyan eder, inanır davasına ve sevdasına… Meydanlarda, işkencelerde ‘Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem!’ diyen bütün devrimcilerin sesidir artık. Deniz Gezmiş’in mektuplarında geçer dizeleri “Bu zindan, bu kırgın, bu can pazarı,/ Macera değil! Yaşamak, sade “yaşamak”/ Yosun, solucan harcıdır.” Sinan Cemgil’in ezberlediği ve sanki kendini anlatırmışçasına okuduğu dizelerin sahibidir; “Ölüm buyruğunu uyguladılar/ Mavi dağ dumanını/ Ve uyur-uyanık seher yelini/ Kanlara buladılar/ Sonra oracıkta tüfek çattılar/ Koynumuzu usul usul yoklayıp/ Aradılar/ Didik-didik ettiler/ Kirmanşah dokuması al kuşağımı/ Tespihimi, tabakamı alıp gittiler/ Hepsi de armağandı/ Acem elinden…” Sevgiliye seslenişte anlatır bu tahammül edemediği düzeni. ‘Ve sen daha demincek/ Yıllar da geçse demincek/ Bıçkılanmış dal gibi ayrı düştüğüm/ Ömrümün sebebi, ustam, sevgilim/ Yaran derine gitmiş/ Fitil tutmaz, bilirim/ Ama hesap dağlarladır/ Umut, dağlarla…’
Ahmed Arif 1951 yılında TCK’nın 141. maddesi gereğince 38 ay tutuklu kalır. Yaşadığı işkencelerden sonra ‘sesler duyduğunu’ ifade eder… En güzel yıllarını hücrelerde çeyrek ekmek ile geçirir. Dağlarına ‘Bahar gelir memleketinin’ ama göremez bunu. Bundandır ki sevmez polishane, dam, hücre kelimelerini. Hapis için en güzel ismin Makam-ı Yusuf olduğunu belirtir. Çünkü inanır davasına ve Yusuf Peygamberle ilişkilendirir kendini ‘O’nun gibi şerefli bir dava için zindanlara atıldığını söyler. Kültüründen beslendiği için kopamaz o sembollerden ve öyle naif işler ki onu ‘Aymışam yarı gece, seni bulmuşam sonra. Seni, kaburgamın altın parçası. Seni, dişlerinde elma kokusu. Bir daha hangi ana doğurur bizi?’
Tek şiir kitabıyla onca kitaplar yazmış şairlerin arasına katılmıştır, en az onlar kadar anılmıştır ismi. Bunun sebeplerinden biri şiirlerinin yoğun ve dolu dolu anlam içermesidir. ‘Hani Kurşun Sıksan Geçmez Geceden’ şiiri için Oktay Rıfat ‘Ben bu şiirle elli tane şiir yazarım! Malzemeyi nasıl hoyratça harcıyor bu yahu…’ demiştir. Ahmed Arif bu durumu şiiri, mısrayı ‘sulandırmak’ olarak görür. Bir başka ve en önemli sebebini ise Cemal Süreya söyler “Yaşsız bir şiirdir Ahmed Arif’in şiiri. Günün değil, çağın değil, çağların <aktüalite>siyle doludur.”.
Tek zamanla sınırlandırmamıştır kendini ya da tek mekan, tek insan, tek konuyla… Doğu da vardır şiirlerinde Batı da. Kavga da vardır sevda da… Köylü, kentli bütün insanlar vardır. Ve sanatı toplumdan koparmaya çalışanlara inat bile bile, göstere göstere yapmıştır bunu. Onu yetiştiren bu topraklara karşı sorumlu hisseder kendini. Bir emekle bir bilinçle yazar. Çünkü ‘o şairdir, namus işçisi, yani yürek işçisi’…