Hukuk her topluma, her bireye gereklidir
Hukuk ve düzen, her topluma, başta bugün topluma başat olduklarını düşünen siyasiler olmak üzere, herkese gereklidir.
Şöyle düşüncelere tanık olunmaktadır. Hukuk, niteliği icabı, kural ve kaideler düzeni olarak, söz konusu kaidelerle fazla ilgisi olmayan, kendi halinde yaşayan toplum kesimi için ilgili bir alan değildir. Bunu tamamlayan ikinci bir söylem de çeşitli nedenlerden dolayı davranışsal olarak kurallara bağlı olmak istemeyen ya da ekonomik sebeplerle zorlanan kesimler için hukuk düzeni arzulanmayan kaideler sistemidir. Tipik örnekler olarak, hukuk sisteminin, yaşamın hızlı ilerleyen koşullarında trafik kurallarına uyulmasının bireye ek maliyet getirdiği, kaçak elektrik kullanmak durumunda olan insanlara yük yıktığı görüşleriyle sıkıcı ya da istenmeyen düzenlemeler ve sistemler olduğu söylenmektedir. Bundan dolayı da söz konusu koşullarda toplumun belli kesimlerinden siyasi erke hukuksal düzenleme konusunda talep gelemeyeceği görüşü ile sav tamamlanmaktadır. İlk bakışta doğru algılanabilen savlar ve buna dayanarak ileri sürülen gelişmemiş toplumlarda toplumun bir bölümünün hukukla ilgisi olmadığı hatta hukuk kurallarının bu kesimler için uyulması gerekmeyen gereksiz kurallar olduğu tezi külliyen sakattır. Tembel talebe için notu bol hoca harikadır, ama bu hocanın ürünü hem topluma hem de talebelik dönemini har vurup harman savuran bizzat öğrenciye ziyandır.
Hukuk sistemi, toplumlara zamanın akışına bırakmadan şekil verebilir, toplumları yönlendirebilir. Örneğin, Cumhuriyet’in ilk dönemlerine uygulanan yasalar bağlamında baktığımızda, kadın erkek eşitliği, evlenme koşulu ya da miras konuları hukuk sistemi ile çözülebilmiştir. Her yeniliğe direnme olabileceği gibi, sözü edilen konularda da direnmeler yaşanmıştır hâlâ da yaşanmaktadır, ancak ona rağmen toplumun belirli aşamalara gelmiş olmasında yasaların rolünün olduğu açıktır. Böylesi koşullarda hukuk ve düzenleyici kuralların toplumun bir kesimini ilgilendirmediği savı kesinlikle geçerli görülemez.
Hukuk alanından söz ederken hemen aklımıza yazılı yasalar kadar örf, adet ve gelenekler de gelir. Hal böyle olunca diyebilir miyiz ki, bir toplumda öyle insanlar olabilir ki, böylesi yazılı ya da teamülü karar ya da uygulamalarla hiçbir ilgisi söz konusu olmaz. İki kişi arasındaki ilişkide dahi derhal gelenek ve usuller devreye girer. Bu da bir hukuktur.
Hukuku savunan iddianın en güçlü yanı, toplumsal işleyişin önceden saptanmış kurallarla yürütülmesini sağlayan sistem olmasıdır. Şöyle ki, gerek vatandaşın devletle ilişkisinde gerek vatandaşlar arasındaki ilişkilerde hukuk kuralları devrede olarak gerektiği yerde uygulanır olmalıdır. Ülkenin en geri bölgesinde işlenen töre cinayetlerinde olayın aydınlatılması açışından olduğu kadar, toplumun böylesi vahşetlere savrulmasını önleyebilmesi yönünden de hukuk önemlidir.
Hukuk sistemi, kuruluşu ve işleyişi ile topluma birçok alanda bilgi sunar. Bir hırsızlık olayı üzerine görülen davanın toplumda ekonomik krizlerin nelere yol açtığını sergilemesinde olduğu gibi, bir siyasi davanın da siyasilerin toplumu yönetmede ne denli basiretsiz olduğu ya da toplumu tehlikeye atabilecek ne denli akıl almaz çılgınlıklara yöneldiği hakkında siyasi işleyiş hakkında topluma bilgi aktarır. Eskilerde kalmış olan bir davada görüldüğü üzere hukuk sistemi, bir çocuğun bir dilim baklava çalması sonucunda yaşadığı anlamsız mahkûmiyet dramı konusunda olduğu kadar, bizzat neyin aracı olduğu konusunda da topluma bilgi sunar. Birinci durumda suç olarak nitelenen olgunun hangi toplumda ve hangi koşulda suç olarak belirlendiği, ondan kat be kat ağır suçların sistem tarafından nasıl bir işleme tabi tutulduğu, dolayısıyla hukuk sistemi ve bu sistemin he tür bir yapının üst-yapı kurumu olduğu hakkında topluma bilgi verir. Kısacası hukuk sistemi, işleyişi ve uygulanışı ile toplum ve sistem hakkında derin bilgi yansıtırken, aynı zamanda bizzat kendi konumunu da ele vermiş olur.
Başka bir açıdan bakarsak, hukuk düzeni ve kurallarının olması ve kurgulandığı şekliyle uygulanması durumunda toplumsal ve siyasal patolojiler şeffaflaştırılır ve topluma açık olur. Toplumsal patolojilerin şeffaflaştırılması yoluyla sorunların topluma yayılması suçlular üzerinde baskı oluşturarak, bir tür sosyal terbiye işlevi görür. Örneğin, geçen hafta içinde yaşanan iğrenç olayın failinin medyaya ve hukuk alanına sürüklenmesinden bu denli korkmasının sebebi üzerinde bir hayli düşünülmelidir. Şeffaflaştırma olgusundan siyası erk de fevkalade rahatsız olur. Var olan siyasi iktidarın yargı sistemini araçsallaştırmasının bir sebebi hukuku kendi siyasi erkini güçlendirme aracı olarak kullanmak, diğer sebebi ise siyasi gaf ya da suçlarının şeffaflaştırılmasını önlemektir. Böylesi güçlü bir aygıt için diyebilir miyiz ki, toplumun bir kesiminin hukuk sistemi ile fazla ilgisi olmaz, dolayısıyla siyasi erkten bu yönde ciddi bir talebi gelişmez?
Halka çok ilgisiz gibi görülebilen, sadece parlamentoda tartışma konusu yapıldığı düşünülen Sayıştay raporlarının dahi ne denli önemli olduğu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimine giderken iki aday arasındaki TV programındaki tartışmada açıkça görüldü. Bu olayda iş izlenmekle de kalmadı, toplumsal karar yetkisinin kendisine devredildiği siyasi otoritelerin halkın parası üzerinde nasıl sorumsuz tasarrufta bulunduğu görüldü. Görülüyor ki, hukuk toplumsal patolojikler kadar, siyasi patolojileri de şeffaflaştırarak toplumsal kararların demokratik temellerine hizmet eden çok güçlü bir mekanizmadır.
Özellikle siyasi davaların görülmesi esnasında medyaya yansıyan siyasi karar hataları salt o kararla ilgili taraflara şeffaflık sağlamakla kalmaz, aynı zamanda tartışılan olayla ilgili olabilecek tüm topluma da bilgi verir. Örneğin, Balyoz davası hataları bir hukuk hatasını yansıttığı kadar, siyasi erkin işleyiş mekanizmasını ve siyaset yapma felsefesini de ortaya saçmış oldu. Bu durumda, bilgi sahibi olan toplum kesimleri siyasi erkin topluma zarar verebilecek siyasi şovlardan kaçınması için baskı oluşturabilir. Ancak bu yönde olumlu karar istihsalinin sağlanabilmesi ise toplumsal gelişmişlik ve duyarlılık meselesidir.
Kısacası, hukuk sistemi ve uygulaması salt doğrudan ilgili birey ya da kesimleri bağlamaz, çünkü görülen davaların ve çıkan kararların çevreye yayılan çok yönlü ve farklı dışsallıkları söz konusudur. Bu nedenledir ki, hukuk toplumun bir kesimine, örneğin daha çok kentsel ve öne çıkan kesimini ilgilendirir, buna karşın toplumun daha kırsal kökenli ya da ekonomik olarak geri koşulda olanlara yarar sağlamaz, hatta maliyet sağlayabileceği için siyasilere bu yönde güçlü talep yansıtılmaz görüşü kabul edilebilir değildir. Örneğin, “Barış İmzacıları” davası salt dava edilen barışçıları ve akademisyenleri ilgilendirmekle kalmaz, kalmadı da!
Ancak, hukuk sisteminin sayılan ve sayılmayan olumlu toplumsal etkilerinin oluşması sistemin yapısı yanında, uygulama koşullarının da bir sonucudur. Var olan iktidarın hukuk sistemini ve yargı erkini araçsallaştırması sistemin yukarıda sayılan yararları doğurmasına yol açmayacağı gibi, tam tersine, görüntüsel parlaklık altında siyasetin usulsüz uygulama aracı haline dönüşebilir. Sistemin düzgün çalışabilmesi için siyasi erkten mutlak olarak bağımsız olması olmazsa olmaz koşuldur.
Hukukun siyasi erkten bağımsız olması savı teknik bir koşuldur. Çok daha temelde olan sorun, hukuk sisteminin kural, kaide ve uygulamaları ile sistemi koruma görevini hak-hukuk perdelemesi altında sürdürüyor olmasıdır. Dolayısıyla, hukuk sistemini korurken aslında, ne denli düzgün ve kusursuz işletilirse işletilsin, sistemi koruyor olduğumuzun farkında olunması gerekir. Bu görüş bizi hukuksuzluğa savurmamalıdır. Ancak, var olan hukuk kaçınılmaz sınırlama olarak, sınırlar içinde düzgün uygulama talebi yanında, yani hukukun araçsallaştırılmaması talebi yanında, hukukun sınırlarının zorlanması da siyasi mücadele olarak devreye alınmalıdır. Kısacası hukuk sisteminin siyasi erke ve arkasındaki sisteme bağlı olduğu farkındalığı ile hukuk sistemini korumalı, ancak korunacak olgunun soyut hukuk sistemi olduğu, mücadelenin somut düzen aracılığı ile kapitalist düzeni korumak olmadığı bilinci uyanık tutulmalıdır.
Bugün ve yarın 65 yıl önce yaşanmış ulusal utanç kaynağı çirkinliğinin yıldönümüdür. Kimi olaylar zevk alınarak, kimi olaylar da utanç duyularak hatırlanır. Her ikisi de tarihin akışında mazi olur, ancak utanılacak olayların unutulmaması ve “bir daha asla!” sloganı ile hafızalara kazınması acizlik değil, büyüklüktür!