İktidar dilinin kemiği yok
Kabalık, alaycılık, yok sayma, hakaret, aşağılama, hedef gösterme, tehdit, şantaj, kumpas, yalan, iftira gibi her türlü bel altı vuruşlarla muhalifleri bertaraf etmek, ülkemizde doğal yöntemler haline geldi.
Deyimler ve atasözleri, toplumların tarihsel belleğinin ürünleridir. Bunlar sınıfsal ilişkilerin, kültürel deneyimlerin izlerini taşırken aynı zamanda günlük yaşamda sürdürülen insani ilişkilerle yeniden üretilen geleneksel değerler sisteminin kuşaktan kuşağa aktarılmasını da sağlarlar. Atalarımız söylenenlerin neden olduğu olumsuz sonuçlardan ders çıkardığı için “dilin kemiği yoktur”, “boğaz dokuz boğumdur”, “bülbülün çektiği dili belasıdır” gibi sözleri Türkçe’ye kazandırmıştır.
Siyasal liderlerin yönetim anlayışını sözlü iletişimde kullandıkları sözcüklerin yanı sıra bunları söylerken başvurdukları vurgu, ses tonu, duygu gibi dil ötesi öğelere ve beden dillerine bakarak kavrayabiliriz. Yaklaşık yirmi yıldır tek adamın cismani liderliği altında biçimlenen ülkemizdeki siyasal ve sosyokültürel iklimde, yerli ve milli değerlerimizi yansıtan atasözlerimize uygun olmayan bir iletişim tarzı meşruluk kazanmıştır. Evrensel ölçütlere de uymayan bu iletişim tarzını simgeleyen iktidar dili, hem sokakta, hem de eski ve yeni medyanın sunduğu iletişim ortamlarında hegemonik etkisini giderek artırmıştır. Kabalık, alaycılık, yok sayma, hakaret, aşağılama, hedef gösterme, tehdit, şantaj, kumpas, yalan, iftira gibi her türlü bel altı vuruşlarla muhalifleri bertaraf etmek, yıllardır doğal yöntemler haline gelmiştir.
Demokratik seçimlerin yapıldığı ülkelerde siyasal iktidarlar, muhalefet partileriyle sağlıklı bir iletişim kurmaya özen gösterirler. Muhalefet liderini yok saymak, tahkir etmek salt liderin kişiliğine dönük yasal ya da etik bir ihlal konusu olarak görülemez. Bu durum, muhalefet partilerine oy vermiş milli iradenin ayrılmaz parçası olan milyonlarca insanı da liderin nezdinde rencide etmek demektir. Kamuoyu, yıllardan beri ana muhalefet partisi liderinin devletin en üst makamının aşağılayıcı sözlerine muhatap olmasını kanıksadı. Ancak bu “örnek” davranışın Reis’in gözüne girmek isteyen AKP’lilerce taklit edilmesi hızla yaygınlaşıyor. Kılıçdaroğlu’nun ÖSO hakkında yaptığı eleştiriye hakaretamiz sözlerle (alçak,geri zekalı) yanıt veren ve hakkında dava açılan bir Cumhurbaşkanı danışmanının geçtiğimiz günlerde mahkemece beraat ettirilmesi iktidar dilinin yasal olarak da onaylandığı anlamına geliyor. Buna karşılık muhalif söylemlerin aynı mahkemelerce ciddiye alınıp hakaret davaları açıldığı ve sıklıkla cezalar verildiği biliniyor. Öyle anlaşılıyor ki iktidar mensupları ve yandaşları yasal koruma kalkanına sahipler. Aksi halde devlet protokolünde yeri olan ana muhalefet partisi lideriyle hiçbir siyasal denkliği bulunmayan atanmış bir danışman bu denli cüretkar davranamazdı. Devlet bütçesinden maaşlı ağzı bozuk birinin Cumhurbaşkanlığı makamına hangi konuda danışmanlık hizmeti verdiği de merak konusudur.
Yıkıcı dil düşmanlık üretir
Görece demokratik rejimlerde siyasal konumları gereğince birbirleriyle formal ilişkiler kurmak zorunda olan iktidar ve muhalefet temsilcilerinin salt duygularıyla hareket ederek makamlarını şahsileştirme lüksü yoktur. Sistemin tüm aktörleri ülkenin ve yurttaşların esenliği için uzlaşımcı iletişim kurma niyetine sahip olmalıdır. İletişimi çatışmalı hale getiren en temel yanlış karşıt görüşleri değil bizatihi bunları ileri süren kişileri hedef almaktır. Doğrudan kişinin benlik bütünlüğünü tehdit eden yıkıcı dil, sorun çözmeye değil düşmanlık üretmeye neden olur. Mesaj kaynağına yönelik reddiyeci tutum, yeni fikirlerin ortaya çıkmasını da, doğru kararlar alınmasını da engeller. Bunun en somut örneğini Meclis’e verilen kanun tekliflerinde ve soru önergelerinde görüyoruz. Muhalefet partileri tarafından verilen hiçbir teklif ve önerge siyasal iktidar tarafından kabul edilmiyor.
Sesini değil sözünü yükseltenler kazandı
Siyasal stratejinin düşmanlık üzerinden kurgulanması bir süre iktidar sahiplerinin çıkarına hizmet etse de son kertede hem ülkeye hem de iktidarın kendisine zarar verir. Zaten son yerel seçim sonuçları düşmanlaştırıcı iktidar dilinin halk nezdinde geçerliliğini yitirdiğini göstermiştir. Yıllardan beri ilk kez sesini değil sözünü yükseltenler kazanmıştır. Milli iradenin tecelli etmesi sonucu büyük kentleri muhalif adaylara teslim etmek zorunda kalan iktidar, farklı sonuç alacağını varsayarak aynı dili kullanmakta ısrar etmektedir. Belki de bu körü körüne ısrarın nedeni başka bir dil bilmediklerindendir!
Halkın seçtiği belediye başkanlarının yerine kayyum atayarak, görev başındakilere türlü engeller çıkartarak seçmenin tercihini değiştireceğini varsaymak gerçekçi değildir. Tercihinden dolayı seçmeni cezalandıran müzmin iktidarın bu koşullarda yeniden oylarını artırması eşyanın tabiatına aykırıdır. İlçe belediye başkanlarının AKP’ye transferi de kamuoyu önünde güç tazelemeye dönük bir imaj çalışmasıdır. Cumhurbaşkanı, parti başkanı sıfatıyla, AKP’ye transfer edilen bazı ilçe belediye başkanlarının elini muzaffer bir edayla havaya kaldırırken Türkiye’nin en büyük kentinin seçilmiş belediye başkanı da Cumhurbaşkanı’ndan ancak kapalı zarf usulüyle randevu talebinde bulunabilmiştir. Adı sanı pek bilinmeyen ilçelerin başkanlarına gösterilen bu üst düzey ilginin sırrı, en az “ye kürküm ye” fıkrasındaki Nasrettin Hoca’nın işlemeli kürkü kadar değerli olan AKP rozetinde gizlidir.
İmamoğlu’nun görüşme talebinin akıbeti de henüz meçhuldür. On altı milyonluk İstanbul’u ilgilendiren bir konuda inisiyatif sahibi yöneticiler formal iletişim kanallarını mutlaka açık tutmak zorundadır. Şahsi hırslar nedeniyle kamusal görevler savsaklanamaz.
İktidarın yıkıcı dilinin kaynağı olan siyasal anlayış, otoriterliğin yanı sıra ilkel bir rövanşizmi de içermektedir. İmamoğlu’na yönelik kırık sandalye “şaka”sı da, ödül vaadiyle davet edildiği Belediyeler Birliği Akıllı Şehirler Toplantısı da bu kapsamda değerlendirilmelidir. Türkiye’de siyaset AKP iktidarıyla birlikte aklını, inceliğini ve güler yüzünü tümden yitirmiştir. Sağ ve sığ yönetimleriyle eleştirilen eski siyasetçilerin iktidar dönemlerinde bile yaşamın renkleri böylesine solmamış, insani değerler bu denli ayaklar altına alınmamıştır. İktidar kanadının kendini her türlü hukuki, ahlaki, insani ve hatta dini kuraldan vareste tuttuğu çılgın bir dönemi yaşıyoruz. Siyasal muktedir, denetimsiz gücünü mutlaklaştırmaya ve toplum nezdinde meşru kılmaya çabalarken muhalefet partileri anayasal düzen, demokratik hukuk devleti, siyasal etik gibi evrensel değerlere ilişkin söylemlerinde ısrar ediyor. Bu yolla sonuç alınır mı bilinmez ama yine de değişim isteyen yurttaşların tek güvencesi, yerel seçimlerdeki gibi demokratik yolla iktidarın el değiştirmesi. Peki o günler geldiğinde siyaset tarihçileri bugünleri nasıl anlatacak? Benim tahminim aşağıda:
“AKP iktidarı, eser diye rant ekonomisinin simgesi olan beton kentler kurmakla yetinmiş; dine dayalı muhafazakar ideolojiyi savunmakla birlikte ata yadigarı sözlere hiç kulak asmamış, ata mirasını da yerle yeksan edip uygarlık yarışında ülkeye insani, kültürel, sanatsal ve sportif anlamda hiçbir değer katmamıştır”.
Siz de tarihe not düşmek isterseniz acele edin; çünkü geri dönüp bugünleri hatırlamak isteyeceğinizi hiç sanmıyorum…