Kaan Kavuşan yazdı: Martin Eden’in çöküşü ve Stirnercilik
Martin Eden filmi, son yarım saatte kendini kuyusunu kazmasına rağmen, bütünüyle ilgi çekici bir film hâlâ. Ama her halükârda potansiyelini kötü kullanıp başyapıt olmayı kaçırmış bir uyarlama.
Kaan Kavuşan
Sosyalist Jack London’ın merhametli bir bireycilik eleştirisi olarak görülebilecek kitabı Martin Eden’in İtalyan yönetmen Pietro Marcello tarafından, neredeyse tamamı İtalyan bir kastla çektiği sinema uyarlaması, şu sıralarda, korona sebebiyle çevrimiçi olarak düzenlenen İstanbul Film Festivali’nde gösterilecek, dolayısıyla sinema gündemini de meşgul ediyor.
Hem London’ın kitabı hem de Pietro’nun bir yere kadar oldukça sadık ilerleyen uyarlaması, bize Martin Eden karakteri üzerinden bir durum anlatır aslında: İşçi sınıfına bilinç taşınamadığı yerde, proleter bir birey, kolaylıkla “uyku moduna” geçebileceği gibi küçük burjuva radikalizminin tumturaklı sözlerine de kanabilir veya bu filmde olduğu gibi, kendi kendini eğiten insanlarda sıklıkça görülen “egosantrik otodidaktlığa” da teslim olabilir. Örneğin, kendi deneylerinden ve bilgisinden başka hiçbir şeye güvenmeyen, başkalarından öğrenmeye çalışmayan yetenekli bir zanaatkâr böyle bir insandır. Bu ustanın ürünleri yöresinin en iyisi olabilir, herkes eserlerine bayılıyor, o da yaptığı şeyi çok beğeniyor olabilir ama geliştirilmiş bir tekniği kendi ürününe uygulamaya çekindiği anda otodidaktlığa ve aslında geriye düşer. Çünkü çelik çağında bronz kılıç yapılmaz. Demek ki kendine ve ürününe hayranlığı aynı zamanda bağlayıcısı olmuştur.
Eden de bir “egosantrik otodidakt” olarak, Stirner’in bireysel anarşistliğine düşer neredeyse. Karşı durması gereken kurumsallığı ve sömürüyü bilen, somut olarak yargılayabilen ama karşı savaşında, materyalden yola çıkmayıp egosunda ve idealizminde kaybolan bir adamdır. Proleter hikayelerini, sömürüyü anlatmayı tercih eder ama kurtuluşu birliktelikte değil “dibine kadar” birey olmakta bulur. Nasıl ki sağ bacakla sol bacağın ayrı yönlere gittiği bir vücut mümkün değilse, herkesin “kendine çalışarak” bir topluluk olması da imkansızdır. Böyle bir idealden kaynaklanan hayal kırıklığının nihilizme dönüşmesi de doğaldır. Eden de nihayetinde nihilizme düşecektir, oraya varacağız, ama neticesinde Nietzsche’nin de en çok Stirner’den etkilendiği sıklıkla söylenmez mi?
Sınıf sınıfa karşı
Martin’in bu “sapması” dayak yemekten kurtardığı bir burjuva delikanlısının kendisini evine çağırması ve orada evin kızı Elena Orsini’ye âşık olması üzerine başlar. Elena da bu yakışıklı ve özgüvenli denizciye kendini kaptırır kaptırmasına ama bu sınıf farkı nasıl kapanacaktır? Babası Martin’e bir iş bulabilir elbette ama Elena bozuk dil bilgisiyle ve diksiyonuyla, aralarında büyülenmiş gibi duran bu adamı olduğu haliyle kabul edemez, etse bile ailesine ettiremez. Kalbiyle beyni çatışma halindedir. O zaman tek bir yol vardır; bu da Martin’i öncelikle temiz bir eğitimden geçirmek, daha doğrusu hamur gibi tahtanın üzerine bir tersini bir yüzünü vurarak yoğurmak. Ama pamuk elli bir usta gibi.
Ailenin Martin’e olan gönül borcu, bir şekilde Elena’nın çevresinde kalabilmesine izin verir. Martin de büyük bir hırs ve özgüvenle, Elena’nın okuma önerileriyle, (parası da olmadığı için) kendi kendini eğitmeye başlar. Martin’in kalıplara sığmayan eğitim tarzının Elena’nınkine göre avantajları bile vardır. (Elena’ya durum tersi olarak görünse bile.) Burjuva eğitiminin sahte putlarını açıklıkla görüyordur Martin. Aynı metin Elena’nın baktığı sınıfsal perspektiften başka, Martin’inkinden başka görünmektedir. Martin, bir yazar olmaya karar verip işi gücü bıraktığında da proleterlerin hikayelerini yazmaya değer bulur ki bu Elena’yı dehşete düşürür. Elena sınıfının bir insanıdır ne de olsa. Elinde kırbaçla hizmetçisini döven gaddar bir plantasyon ağası değildir ancak proleter olmak onun için politik değil vicdanî bir meseledir. Kitaptan da bildiğimiz ama filmde pek gösterilmediği üzere, “Ah zavallı insanlar”dan öteye geçemeyecektir.
Martin’deyse bilimin ve yöntemin değil, el yordamıyla ilerlemeye çalışan bir adamın kaybolmuşluğu da aynı anda gelişir. Her ne kadar Martin’in azmine ve kararlılığına hayran olsak da elmanın parlak mumlu kızıl yüzeyinin arka tarafındaki çürüğün varlığını hissederiz. Martin’in hikayeleri geri çevrildikçe kırılmayan azminin yanı sıra küçük burjuvaların soyut özgürlük fikirleri de işlemiştir işine. İlerlediğinin farkında olan bir insanın egosuyla bireyci olduğunu ilan eder. Aslında doğru şeylere karşıdır ama ufka yanlış yerden bakmaktadır. Russ Brissenden adlı sosyalist yazar arkadaşı bile onu bu ısrarından vazgeçiremez. Sosyalistlerin toplantısında konuşma yaptığı bir bölüm vardır ki sendikalı işçilerin kendi “iyi niyetli zırvalarını” yememesi Eden’i şaşırtmasa da onlara sinirlenmesine sebep olur. İşçilere göre anlattıkları 40 yıllık, aynı teranedir! Eden artık arada kalmış adamdır ve hep de öyle kalacaktır. İçinde bir iyi niyet ama yönteminde ve önerisinde bir uçukluk, savrukluk.
Son yarım saatlik dağılma
Buraya kadar kitapla filmin -bazı anakronik tercihlerine rağmen- metnen neredeyse aynı şekilde ilerlediğini söyleyebiliriz. Kitap yüz yılın başında Amerika’da geçer, film İtalya’da. Filmin hangi çağa ait olduğunu pek anlayamayız: bazen 40’lar gibi görünür, bazen 70’ler gibi. Yelkenli uzun yol gemileriyle, modern arabalar aynı anda var olurlar. Filmdeki politik hareketlenmeler ve sosyo-ekonomik durum daha çok sanki Marx dönemini andırıyor gibidir. Üstelik sinematografik olarak da aşırı başarılıdır; günümüzün aşırı net dijital kameralarıyla değil de sanki film rulosu üzerine kaydedilmiş gibidir renkleri ve görüntüsü.
Son yarım saatte ise film kitabın yolundan çıkarak aşırı doğaçlama yapmaya başladığı için, Eden’in dönüşümü, bir montaj yetersizliği gibi ya da süre kısaltma istediğinden kaynaklanıyor gibi damdan düşer gibi oluyor. Eden artık çok satar “deli-yazar” klasmanında bir adama dönüşmüş, geniş Fransız saraylarına benzeyen evinde yaşamaya başlamış, burjuva sınıfına dahil olmuştur. Ancak bu, olduğu kişiyle arasındaki mesafe büyütmekten başka işe yaramamıştır. Aslında filmin söylemek istediği ve getirmek isteği yer açısından kullanışlı bir tercih ama metinden sapmanın etkisiyle, o ana kadar çok başarılı oynayan Luca Marinelli’ye şımarık tiratlar attıran kaotik bir yarım saatle karşılaşıyoruz. Kitapta daha merhametlice (belki de otobiyografik özellikler taşıdığından) ama daha sıkı düğümlerle işlenen bu tema, filmde gaz pedalına koyulmuş bir taşla sonuna kadar yuvarlanıyor. Ancak hoşuma giden, kitaptan da farklı bir son da yazılmış.
Son sözde şunu söyleyebiliriz: Martin Eden filmi, son yarım saatte kendi kuyusunu kazmasına rağmen, bütünüyle ilgi çekici bir film hâlâ. Ama her halükârda potansiyelini kötü kullanıp başyapıt olmayı kaçırmış bir uyarlama.