Kırk kere söylersen olur
Muhalefetin topyekûn erken seçim istemine ısrarla direnen bir iktidar, kamuoyu nezdinde seçimden kaçıyor diye algılanır.
Geçen haftanın gündemini meşgul eden Anayasa Mahkemesi üyesiyle İçişleri Bakanlığı’nın ışık metaforu üzerinden sosyal medyadaki atışmaları, bir çok açıdan eleştirildi. En göze çarpan eleştiri ise kamuoyu oluşturmak için demagoji aygıtını sıklıkla kullanan iktidarın temcit pilavına dönen darbe söylemine yeniden dört elle sarılmasıydı. Platon’un yaklaşık 2400 yıl önce söylediği, “eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur; böyle olduğu takdirde demagoglar türer, demagoglardan da diktatörler çıkar” [1] özlü sözü, bugünü daha iyi anlamak için zihnimizin ışıklarını yakıyor. Gerçekte demokrasi bilinci, mevcut örgün eğitim kurumlarıyla değil, örgütlü toplum anlayışıyla gelişiyor. Örneğin sendikalar, meslek kuruluşları gibi demokratik kitle örgütleri, üyeleri için uygulamalı eğitim ortamları sunuyor.
Çağımızda dijital medyanın sağladığı iletiyi yayma kolaylığı nedeniyle sözün önemi de, bedeli de artmıştır. Attığı tweet yüzünden sanal alemde lince uğrayanlar, hakkında hakaret davası açılanlar veya tutuklananlar, söyleme dönük kitlesel duyarlılığın arttığının göstergeleridir. “İnsanoğlu naziktir, ağır sözü kaldırmaz. Eşek dersin kızar da, bin sırtına aldırmaz!” [2] diyen Aziz Nesin’i yine haklı çıkaran tarihsel bir süreçten geçiyoruz. Uzun iktidar yıllarından sonra kendi ürettiği dev sorunlardan sorumlu değilmiş gibi yapan AKP’nin, anketlerde hâlâ yüzde 30’luk oy oranını korumasında demagojinin önemli bir payı vardır. Türkiye yıllardır birleştirici eylem siyaseti yerine böl-yönet stratejisine dayanan kutuplaştırıcı söylem siyasetinin kıskacı altındadır. Trish Roberts-Miller’e göre demagoji, bir iktidarın kendine yönelen eleştirileri bertaraf etmek için seçmenlerini, eleştirenlere karşı kışkırtma yoludur[3].
İktidara geldiği günden beri darbeci, terörist, vatan haini, ateist gibi ifadelerle karşıtlarını yaftalayarak taraftarlarını kışkırtan Ak Parti, sütten çıkmış ak kaşık gibi kendini tüm eleştirilerin dışında tutup yapay gerginlikler üzerinden toplumu baskılıyor. İçeride ve dışarıda her gelişmeyi yeni bir hamaset fırsatı olarak değerlendiren Muktedir, bir yandan halkın yakıcı gündemini soğutmaya çalışıyor, diğer yandan da seçmenini bir arada tutmaya gayret ediyor. Yiğitlik, yüreklilik olarak tanımlanan ‘hamaset’ kavramı, günümüzde daha çok demagojiyle anlamdaş olarak kullanılıyor. Dolayısıyla et giremeyen evlere yandaş TV ekranları sayesinde her gün bol bol hamaset giriyor. Dışarıda Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki savaş, Kıbrıs seçimleri, Doğu Akdeniz gerginliği, içeride ‘terörist’ meslek odalarıyla ve ‘HDPKK’ Belediyeleri ve ‘CHPKK’ ile mücadele gibi nedenler yüzünden AKP seçmeni, acısını bal eyleyerek gerçek mümin mertebesine erişiyor!
Hamaset kurbanları
Tipik bir hamaset kurbanı, kendini dünya halklarını temsilen vasi olarak atanmış hissediyor. Örneğin Kıbrıs halkının neredeyse yarısının oyunu almış olan eski cumhurbaşkanına veryansın ediyor; Mısır, Suriye, Libya gibi ülkeleri kimin yöneteceği hakkında ahkâm kesiyor. Halkın seçtiği belediye başkanlarının görevden alınıp yerine kayyum atanmasını bile destekleyen hamaset kurbanı, uluslararası hukukta yer alan halkların kendi kaderini tayin etme, yani self-determinasyon hakkını bilmiyor. Oysa bir devlet, ülkesindeki etnik, dilsel ya da dinsel açıdan farklı gruplara karşı sistematik bir ayrımcılık yapıyorsa, onların yönetimde söz sahibi olmasını engelliyorsa, self-determinasyon hakkının kullanılması uluslararası hukukta meşru kabul ediliyor [4]. Bu bağlamda, ‘uluslararası toplum’un, keyfi kayyum atamalarının sistematik hale geldiğini ileri sürerek bölgedeki Kürt nüfus için self-determinasyon hakkını tartışmaya açma riski gözardı ediliyor. Ulus devletin bölünmesiyle sonuçlanacak tek taraflı ayrılma girişimlerini önlemek için hükümetler, demokratik temsil hakkını sahiplerine teslim etmek zorundadır. Temsil hakkını zedeleyen sistematik girişimler, yurttaşlarda ulusal aidiyet duygusunun yitimine ve toplumsal barışın bozulmasına yol açıyor. Halkın seçtiği CHP’li muhalif belediyelere karşı iktidarın yürüttüğü engelleme stratejisi de sistematik bir görünüm arz ediyor.
Öte yandan seçim süreçlerinin mutlaka meşru ve lekesiz olması gerekiyor. Seçim sonuçlarına herkesin güvenmesini sağlamak öncelikle hükümetlerin görevi olsa da AKP’nin sicili ne yazık ki buna uygun değil. Sözde salgın önlemleri nedeniyle baroların genel kurul yapmasını yasaklayıp parti kongrelerinin toplanmasına hükmeden Yüksek Seçim Kurulu da çifte standart uygulamalarıyla hiç güven vermiyor. Eğer gelecek seçimde halk iradesi hileyle değiştirilirse, halen ülkede yüzde 60’a dek ulaşan iktidar karşıtı çoğunluğun temsil hakkı elinden alınmış olur. Dolayısıyla muhalif kesimlerin moralini bozmak için seçimin yapılmayacağı ya da hileli olacağı gibi söylentileri boşa çıkarmak, başta ana muhalefet partisi olmak üzere seçime girecek diğer tüm partilerin temel ödevi haline gelmiştir. Halk iradesinin doğru tecelli etmesi için son İstanbul seçimlerini model alan bir seçim güvenliği seferberliğine yurt genelinde gereksinim vardır. Muhalefet partileri bu konuda şimdiden işbirliğine girerek seçmenlerini rahatlatacak adımlar atmalıdır.
İktidarla değil halkla iletişim
Siyasal iletişim süreçleri seçim kampanya dönemleriyle sınırlı değildir. Erken seçim istemi, daha şimdiden toplumda karşılık bulmaya başlamıştır. Muhalefet, proaktif iletişim stratejisini somut eylemlere dayandırarak iktidarın hamasetini boşa çıkarmalıdır. Örneğin başta İstanbul olmak üzere Ankara, İzmir gibi büyükşehir belediyelerinin faaliyetleri, muhalefet tarafından daha çok sahiplenilmelidir. Parti liderleri belediye hizmetlerini görünür kılmaya dönük toplantı, açılış gibi etkinliklere birlikte katılmalıdır. Yerel yönetimlerin başarısının muhalefeti merkezi iktidara taşıyacağı umuluyorsa, belediye başkanlarına da, kamuoyu nezdinde, iktidarın engellemeleri karşısında yalnız olmadıkları gösterilmelidir. Muhalefetin özellikle kararsız seçmenleri iktidar alternatifi olduğuna ikna etmesi için bu güç birliği mutlaka sağlanmalıdır.
Ekonomide, sağlıkta, eğitimde günden güne büyüyen sorunlara dair çözüm üretemeyen bir iktidarı, mağdur halk kesimleri adına istifaya davet etmek muhalefete düşer. Bundan böyle muhalif kesimlerin hükümetle olan temel ilişkisi, istifaya ve erken seçime davet ekseninin dışına çıkmamalıdır. Muhalefetin topyekûn erken seçim istemine ısrarla direnen bir iktidar, kamuoyu nezdinde seçimden kaçıyor diye algılanır. Türkiye’nin geleceğine dönük hedefler üzerinden gündem oluşturması gereken muhalefet partileri, umudu yeşertmek için kamuoyuyla kesintisiz bir iletişim süreci planlamalıdır.
Bir televizyon programında Kılıçdaroğlu erken seçim hakkındaki soruyu, “Parlamentodan bu karar çıkmadan nasıl yapacağız? Gerçekleri görmeden, söylemle sonuç elde edilirse, söylemde bulunalım”[5] diye yanıtladı. Halkın yıllardır bomboş söylemlerle yönetilmesinde, siyaseti parlamento aritmetiğine kilitleyen bu hesap uzmanlığı yaklaşımının da payı vardır. Halkları hamasi söylemlerle yöneten demagogların cirit attığı günümüz dünyasında, siyasetin matematiği, ‘bir şeyi kırk kere söylersen olur’ diyor.
[1] İlker C. Bıçakçı (2016), Halkla İlişkilerin Kurmaca Dünyası ve Hakikatin Direnişi, Ütopya Yayınevi.
[2] https://gokceadaninsesi.com/insanoglu/
[3] bkz. 1
[4] http://www.tuicakademi.org/kendi-kaderini-tayin-etme-self-determinasyon/
[5] https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/kemal-kilicdaroglundan-erken-secim-aciklamasi-6074431/