Öncü parti
Öncü parti kavramına karşı olduğunu söyleyen solcular bilim dışı bir tezi savunmakla kalmamakta, ayrıca emekçi sınıfları en önemli silahları olan partilerinden yoksun bırakmayı da savunmuş olmaktadırlar.
Cem Gönenç
Ülkemizdeki solcuların ciddi bir kısmının kafası özellikle doksanlardan sonra ciddi şekilde karıştı. Sosyalizm kelimesi unutuldu. Demokrasicilik ve kimlik siyaseti egemen oldu. Bu kafa karışıklığından “parti” kavramı da nasibini aldı. “Parti gibi olmayan parti” ya da “öncü parti kavramına karşıyız” gibi cümleler ortalıkta dolaşmaya başladı. Bugün öncü parti kavramına sol içi klasik tartışmaların ötesinde, farklı bir yerden bakmayı deneyeceğim.
Bir parti belirli bir program ve dünya görüşü çerçevesinde iktidar olmak üzere bir araya gelmiş bir insan topluluğudur. Modern anlamda siyasi partilerin oluşması Fransız Devrimi’nden sonra başladı. Fransız Devrimi sırasında farklı siyasi görüşlerdeki insanlar kulüp (örn. Jakobenler Kulubü) ya da grup olarak örgütleniyorlardı. Marx ve Engels’in dönemlerinde işçi sınıfının siyasi olarak örgütlendiği “sosyal-demokrat” isimli partiler ortaya çıkmaya başladı. Ancak işçi sınıfının çeşitli örgütlenmeler içindeki kitlesel hareketi ön plandaydı. Marx ve Engels bu dönemde kapsamlı bir siyasi parti kuramı geliştirmediler. Ancak Komünist Manifesto’daki şu satırlar önemlidir:
“Dolayısıyla Komünistler pratikte bütün ülkelerin işçi partilerinin en kararlı, hep ilerici bölümüdürler; teorik bakımdan proletaryanın geri kalan kitlesi karşısında proletarya hareketinin koşullarını, proletarya hareketinin seyrini ve genel sonuçlarını kavrama üstünlüğüne sahiptirler.”(1)
İlerleyen yıllarda V.İ.Lenin konuya eğildi ve “Ne Yapmalı?” adlı kitabında işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin kendiliğinden siyasi bilince dönüşmeyeceğini, işçi sınıfının çalışma ve eğitim koşulları nedeniyle işçi sınıfına bilincin dışarıdan geleceğini ve bunu gerçekleştirmek için disiplinli bir siyasi partiye ihtiyaç olduğunu yazdı. Zaten bilindiğini düşündüğüm bu konular üzerinde fazla durmayıp sözünü ettiğim farklı görüş açısına değineceğim.
Bence bir siyasi partinin ayırt edici yönlerinden biri siyasi iktidarı hedeflemesidir. Eğer iktidar perspektifi yoksa parti kurmanın bir anlamı da yoktur; dernek gibi bir örgütlenme biçimi yeterli olur. Siyasi iktidarı hedefleyen her parti ise kendi kitlesi açısından “öncü” partidir. Önce ortak siyasi görüşlere ya da çıkar bağlarına sahip bir grup insan bir araya gelir. Kendi aralarında anlaştıktan sonra bir program hazırlarlar, sloganları belirlerler. Ardından bu program ve sloganlarla kitleleri örgütlemeye başlarlar ve seçim dönemlerinde oy isterler ya da çeşitli eylemlere girerler. Bu yazdıklarım en demokratik görüneninden en otoriter olanına, sermaye partilerinden emekçi partilerine kadar bütün partiler için geçerlidir. Hiçbir parti programını milyonlarca seçmeniyle birlikte hazırlayamaz.
Bunun çeşitli nedenleri vardır. Birincisi, özellikle kitle partilerinde milyonlarca seçmenle birlikte program hazırlamak pratik değildir. İkincisi, toplumda bilgi birikimi eşitsiz gelişmiştir. Çalışmak zorunda olan ve eğitim düzeyi yüksek olmayan kitleler bir program hazırlamak ve partiyi yönetmek için gereken bilgi ve deneyim birikimine sahip değildir. Ayrıca, toplumun ciddi bir kısmı bir partide aktif görev almaktansa seçimden seçime oy kullanmayı ya da ara sıra partinin etkinlik ve eylemlerine katılmayı tercih ederler. Sermaye partilerinden örnek verirsek AKP ya da İYİP gibi sermaye partilerini kurmak için önce aynı siyasi çizgiye ya da ideolojiye sahip bir grup insan bir araya gelir. Bir parti kurmak maliyetli bir iş olduğu için bunlar bazı sermaye temsilcilerinden para bulmak zorundadır. Ardından parti programını hazırlamak için genellikle bir danışman ekibi kurulur. Bu parti sermaye partisi de olsa kitlelerden oy almak zorundadır. O yüzden bazı sloganlarla kitlelerin karşısına çıkılır ve oy istenir. Demokrasi taleplerini ön plana çıkaran ve kimlik siyaseti yapan HDP gibi bir parti için de bazı benzer kurallar geçerlidir. Herhalde “özyönetim” gibi talepler milyonlarca seçmenin kafasından değil bazı Kürt aydınlarının kafasından çıkmıştır.
Tekrar işçi sınıfı partilerine dönersek, işçi sınıfı partilerinde de programı yazanlar farklı kesim ve sınıflardan gelen aydınlardır. Ancak, demokratik merkeziyetçilik ilkesini iyi uygulayan bir partide üyelerin çok büyük bir kısmının görüş ve katkıları alınır. Üyelerin bilinç ve deneyim düzeyleri sürekli yükseltilir. Parti işçi sınıfına yönelik yaptığı çalışmalarla hem sınıfın genel olarak düzeyini yükseltir hem de sınıfın öncü ve en iyi unsurlarını saflarına katar. Bunu başaramayan bir parti kurumaya ve yozlaşmaya mahkumdur.
Bir de her türlü hiyerarşiye ve yönetim mekanizmalarına karşı olan anarşizan hareketler vardır (ABD’de son dönemde patlayan hareketler gibi). Aslında bunlar bile “öncülük” ilkesinden muaf değildir. Sonuçta, kalıcı örgütlenmeleri olmasa da ırkçılık karşıtlığı gibi bazı ilkeler üzerinden kitlelere çağrıda bulunulmaktadır. Ancak, bu hareketler çok rahat yayılsa da düzen değişikliği gibi hedeflere ulaşma şansları yoktur.
Sonuç olarak, öncü parti kavramına karşı olduğunu söyleyen solcular bilim dışı bir tezi savunmakla kalmamakta, ayrıca emekçi sınıfları en önemli silahları olan partilerinden yoksun bırakmayı da savunmuş olmaktadırlar.