Yarış: Televizyonlardaki yarışma programları

Ancak, başarısızlığı yandaşları tarafından bile kanıtlanmış olan neoliberal politikalar hâlâ yaşamın her alanında uygulanıyorsa o zaman her bir alan politik mücadeleyi gereksinir, demektir.

Yarış: Televizyonlardaki yarışma programları

Fatma Zafer

Son otuz yıldır televizyondaki yarışma programları öylesine çeşitlendi ki saymakla bitecek gibi değil.

Bilgi yarışmasına radyodan alışıktık. Derken yaşamın tüm alanları birer yarış alanına dönüştürüldü. Müzik, giyim kuşam, saç- makyaj, yemek ( birinci sırada), yetenek, hayatta kalma, temizlik…eşler, kaynanalar, dünürler, apartman sakinleri yarışmaları…Biri bitip biri başlarken bebeklerin emekleme yarışını bile gördük, ödül de bebek- beziydi.

İthal patentli bu yarışmalar, başlangıçta “riziko”, “en zayıf halka” v.b. isimlerinden de anlaşılabileceği gibi, tüketim toplumu bireyini şekillendirmeye yönelikti. Kişiye renkli bir dünya, para ve ün vaat ediyordu. Yetenek metalaşmakta, paraya dönüştürülmekteydi. Ama yarışma için zorlukların üstesinden gelmek, dolayısıyla mutluluğa giden yol , telkinleri yapılıyordu izler – kitleye.

Popüler kültür ürünü, çabuk ve kolay tüketilen bu programlar, her kesimden izleyici bulabiliyor ve reyting kaygısı çekilmediğinden ekranları dolduruyordu. Böylelikle bir “ekran kültürü” yaratılmış oldu.

Ekran kültürünün izler- kitle üzerindeki belirleyici etkisiyse toplumsal ilişkiler açısından önemliydi, ki hâlâ öyle.

Bu programların ortak özelliği, acımasız bir rekabet ortamının yaratılmasıydı. Reyting kaygısıyla yarışmaya heyecan katmak, rekabeti kızıştırmak için yarışmacılar arasında tartışma ve kavga unsuru kullanıyordu. Ödül kazanmak için her yol mubahtı. “Çok yemek” yarışından , her kılığa girmeye varıncaya kadar. (Bir oturuşta bir yiyecekten patlayıncaya kadar yenecek. Erkek yarışmacı kadın ayakkabısıyla yürüyecek… )

Rakibine hakaret eden yarışmacı, prim yaptığı inancı içindeydi. Oysa bizim yaşam kültürümüz kibir, nadanlık, kendini övüp başkasını küçük düşürme v.b. insana yaraşmayan davranışları kaldırmaz. Aynı şekilde jürili bir programda bir jüri üyesi yarışmacıya , sözde iyi niyetle “ Bu görünüşünle çok kötüsün” türü hakaretin ötesinde psikolojik şiddet uygulayabiliyordu. Bizde otoritenin simgesi babadır, karşı taraf ona itaat etmek zorunda bırakılır, ki bu hiyerarşinin dönüştürülmesi gerekirken ithal malı hakaretler üstüne tuz biber ekiyor!

Küresel kapitalizmin gözde unsuru medya, koronovirüs salgınında da içinden geçmekte olduğumuz “normalleşme” sürecinde de neoliberal etiğe (!) sadık kalmayı sürdürüyor. Hani hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı?! “Normsuzluk” , gösteriş amacıyla yapılan gösterilere, televizyon yarışma programlarına devam…

Denilebilir ki, bu tür yarışma programlarının öğretici yanlarının olduğunu da kabul etmek gerekir. İzler- kitle farklı kültürler, çağdaş moda v.b. konularda bilgi edinmeyi bekler. Buna katılmamak mümkün mü? Hatta eğlence programları da insani bir ihtiyaçtır. Ancak küresel eşitsizliği tırmandıran bireycilik , kolay kazanç peşinde koşma gibi ilkeleri(!) egemen kılmaya yönelik politikalarla bu gerçekleştirilemez. Unutmayalım ki, eğitim sistemi de aynı politikalar doğrultusunda yürütülüyor. Apolitikleştirme ve gençlerin siyasetle uğraşmaları engellenmek isteniyor.

İşsizlikte başı çeken genç işsizliğini kamufle etmek için olsa gerek, şimdi de “en iyiyi arama” yarışma programları devreye sokuldu. En iyi aşçı, kuaför, makyajcı, modacı v.b.

Yine yabancı patentli bir yemek yapma yarışmasını ele alırsak; ilkesel olarak yeteneğin ortaya çıkarılması için uğraş verilmesini reddetmek olmaz. Yemek kültürü, hem yararlılık hem de estetiksel olarak ikili bir değerin taşıyıcısıdır; dünya mutfağı ve bu topraklarda gelmiş geçmiş yerel mutfaklar zengin bir içeriğe sahiptir. ( Ana akım medya, yöresel mutfak tanıtımı programlarına bile rekabeti soktu! )Ancak bu yarışmada adayların toplumumuzun kültür tarihinden haberdar olmadıkları görülüyor. Yaratıcılıklarının sınandığı sunumlarda kendi toplumlarına özgü kültürel alt yapının rol oynadığını söylemek güç. Sözgelimi, yabancı mutfaklarda başarı tavan yapabiliyor da yapımı çok kolay bir yerel tatlıda acemilik çekilebiliyor.

Yemek kültüründe çeşitlilik , insanlığın tarihsel mirasında mevcuttur. Ama çeşit arayışının maksadını aşan bir yöne evrilmesi kabul edilemez. Burada da olduğu gibi yarışmacı, kendini gösterebilmek için farklı olma arayışına girerken bir noktayı gözden kaçırabiliyor: Tarifle oynayarak içi boş özgünlük arayışı, başarıyı yakalamak için beyhude bir çabadır. Çok sayıda değişik elementle neredeyse sonsuz bileşik(ürün) elde edilebilir. Bu, giyim- kuşam, ayakkabı, aksesuar, takı , saç – makyaj v.b. modasında da geçerlidir. Ama ürünlerin bolluğu, yaratıcılığın pek azını, dolayısıyla can sıkıcı bir aynılığı sergiliyor. Başka bir deyişle israfı… Hani şu kutsal kitapların karşı olduğu israf… (Hadi parayı nereye harcayacağını bilemeyenleri geçelim, lüks otellerde iftar daveti düzenleyenlere ne buyurulur?)

Yarışmacılar belli ki düşük ve orta gelirli ailelerin çocukları.” Covid-19’un kaybı nesli” nin içinde yer almadıklarını düşünüyor olabilirler. Aşçılık son yılların en çok tercih edilen mesleklerinden biri. Ayrıca okul eğitimi alıyor adaylar. Ancak dünya, küresel eşitsizliğin geniş kitlelerin yaşamlarındaki görece istikrarı bile tehlikeye soktuğu bir süreçten geçiyor. “Dibe vurma”yı çok sık kullanır olduk. Ekranlarda görüldüğü kadarıyla yarışmacılar gölgesinden korkar halde, diken üstünde, huzursuz, kıran kırana bir rekabet.(Bazıları açıkça “Kurtlar Sofrası” diyor) Elenen, hatayı kendinde arıyor. (Acaba toplumsal düzenin suçu yok mu diye düşünüyor mudur?) Jüri ağır eleştiriler yöneltiyor her birine, yarışmacının kendi iyiliği için böyle davrandığı havasında; ama format gereği baskı , müdahale, rekabeti kızıştırma sloganları eksik değil; jüri üyeleri farkındalar mı acaba, yıkıcı bir gerçeğe meşruiyet kazandırmaya zorluyorlar kendilerini.

Bu tür programlar, yalnızca bir yarışma olmakla kalmamalı, hem yarışmacılara hem de ekran başına kilitlenmiş izleyiciye, içtenlikle yaşam kültürü de aktarabilmeli. Ama tersi oluyor: Özetle, tüketimi destekliyor. Toplumsal yanılsamalar yaratarak toplumun her kesimini tüketime özendiriyor. İzler-kitlenin davranış, duygu ve düşünceleri üzerinde insani yönden uzak etkiler bırakabiliyor.

Peki suç kimde?

Bu programları izlediğimiz için “bizde” demeye de insanın dili varmıyor. Neoliberalizmle birlikte bilimsel, teknolojik ve sanatsal yaratıcılık yönünü değiştirince meydan “başkalarına “ kaldı.

Dünya liderleri yakınsınlar dursunlar bakalım : “Maske takılmıyor, sosyal mesafeye uyulmuyor.” Yetiştirdikleri kişiler arasında , “maske, nasıl olsa yaşlıları korumak için kullanılıyor” mantığıyla kurallara aldırış etmeyen yok mudur? Rüzgâr ektiler, fırtına biçiyorlar! Hem de ne fırtına… Ancak, başarısızlığı yandaşları tarafından bile kanıtlanmış olan neoliberal politikalar hâlâ yaşamın her alanında uygulanıyorsa o zaman her bir alan politik mücadeleyi gereksinir, demektir.

Bunun için de bu tür programlar başladığında televizyonun düğmesini kapatmayı küçümsememeliyiz.