Mikro yaşamlardan kurtulup sınıfları hatırlamak
Boğaz kıyısında yalıda yaşayanı da, kentin ortasında sarayında yaşayanı da, sosyal medyada sağa sola sopa göstereni de, üzerinde cüppeyle cezalar yağdıranı da, ülkenin tüm varlıklarını fonlayıp yabancılara haraç mezat satanı da… Hepsi her şeyin ebediyen böyle devam etmeyeceğini öğrenecekler…
Son zamanlarda farklı ekonomik gelir gruplarına, farklı değer yargılarına sahip, farklı yaşlarda, farklı bölgelerin kültürel özelliklerini taşıyan, farklı politik akımların etkisindeki farklı farklı insanlar benzer şeyleri daha sık düşünmeye ve yakın zamana kadar görmediğimiz kadar sık ve yüksek sesle söylemeye başladılar.
Benzerliği en çok ifade eden iki kelime belirsizlik ve kaygı gibi görünüyor ve etkisi gün be gün artan iki olgu, yani yaşanan salgın ve ekonomik kriz -ve bunlarla bağlantılı siyasi iktidarın bilinçli olarak tercih ettiği politikalar- belirsizlik ve kaygıyı sürekli besliyor. “Bundan sonra ne olacak?”, “Nasıl kötü bir döneme denk geldik!”, “Kısacık ömrümüzün bunca yılının AKP iktidarına denk gelmesi ne büyük saçmalık!”, “Nerede o eski güzel günler?” gibi sorular, yakınışlar ve dolayısıyla aranışlar bu belirsizlik ve kaygı ortamının kalıpları olarak popülerleşiyor. İnsanlar talihsizliklerine ve en kötünün kendi başlarına geliyor olmasına hem kızıyor hem ahlanıp vahlanıyor.
Belirsizliğin olmadığı ve güvenli limanlarda huzurlu yaşamların sürdürüldüğü zamanları özleyip, bunun için geçmişi kutsamaya başlamaksa ilginçlikler yaratıyor. Böyle bir kutsamanın tarih dışılığı bir yana, kutsanan geçmişin bugüne göre –hele hele teknoloji ve iletişim başlıklarında- taşıdığı mutlak gerilik ve bahsedilen belirsizlik ve kaygı ortamının aslında geçmişte de hep var olmuş olması ilginçliklerin zeminini oluşturuyor. Öyle ya, geçmiş zamanlarda kaygıyı ve belirsizliği yaratan koşullar inkar edilip dönüştürülemediği için bugün yaşanıyor; öyle bir geçmişin kaçınılmaz sonucu böyle bir bugün oluyor!
Geçmişle bugün arasındaki bu diyalektik bağı en güzel gösteren metinlerden biri bir buçuk asırdan daha fazla süre önce Charles Dickens tarafından yazılmış; sanırsınız ki bugünü anlatıyor.
“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, akıl çağıydı, ahmaklık çağıydı, inanç dönemiydi, inanılmazlık dönemiydi, Aydınlığın mevsimiydi, Karanlığın mevsimiydi, umudun baharıydı, umutsuzluğun kışıydı. Yaşamak için her şeyimiz vardı, yaşamak için hiç bir şeyimiz yoktu. Hepimiz doğrudan doğruya Cennete gidiyorduk. Hepimiz doğrudan doğruya öbür tarafı boylayacaktık. Sözün kısası, o çağ şimdiki zamana öylesine benziyordu ki, şamatacı yönetmenler, iyi ya da kötü şeyler için bir karşılaştırma yaptıklarında, bu çağın her bakımdan en üstün sayılmasında ısrar ediyorlardı.
İngiltere tahtında geniş çeneli bir kralla, çirkin bir kraliçe oturuyordu. Fransa tahtında ise geniş çeneli bir kralla, güzel bir kraliçe… Her iki ülkede de devletin, özel çıkarlar için saklanılan ekmek ve balıklarına bakan soylular, her şeyin ebediyen böyle devam edeceğinin gün gibi ortada olduğunu düşünüyorlardı.”
Dickens’ın anlatımının gücü fazlasıyla etkileyici ve kaynağını da toplumdaki karşıtlıkları bu kadar net ifade etmesine buluyor. İçinde yaşanılan çağı “saklanılan ekmek ve balıklara bakarak, Cennete giderek” kavrayanlarla “umutsuzluğun kışında, yaşamak için hiçbir şeyi olmadan” kavrayanlar elbette ki farklı çağlar görüyorlar. Başka türlü söylersek, herkes hayata durduğu yerden bakıyor ve öyle değerlendiriyor.
Kabul etmek gerekir ki bu son söylediğimiz bir dağılmadır, mikro yaşamlardır, mikro kimliklerdir ve hiç iyi değildir. Belirsizlik ve kaygının asıl beslenme noktası da tam burasıdır. Reddedilmesi, mücadele edilmesi gerekmektedir ve bu zor görev nicelik olarak çok küçük, toplumun belki de binde birinden bile küçük bir grup insanın üzerindedir; yani komünistlerin, sosyalistlerin, devrimcilerin…
İnsanların sürüklendiği belirsizlik ve kaygı bataklığını ancak ve ancak örgütlü ve kolektif bir mücadelenin en ısrarcı taşıyıcıları olan bu az sayıdaki insanın çabası kurutabilir.
Pandemi bahanesiyle işsiz bırakılan, sosyal hakları tırpanlanan insanlara tüm dünyayı elleriyle yaratan bir sınıfın parçası olduklarını ancak sınıf bilincine sahip bu az sayıdaki insan anlatabilir.
Kapitalizmin tüm kurumlarının salgın karşısında tel tel döküldüğü, toplumsal bir hak olan eğitimin ve sağlığın ticarete çevrilmesinin sonuçlarının herkesçe görülür hale geldiği ve düzenin temsilcilerinin hiçbir halt etmeden sadece nasihatlerde bulundukları bugünlerde sosyalist seçeneği ancak bu az sayıdaki insanın mücadelesi güçlendirebilir.
Ancak bu az sayıdaki insan düzen siyasetinin gedikleri içerisinde nefes alıp veren ve düzeni değiştirmek için yola çıkanların aklını çelmeye çalışan tuhaflıklara kapılıp pusulasını şaşırmaz ve insanları gelecekten kaygı duymamaları için yürütmeleri gereken gerçek mücadele kulvarlarına çekebilir.
Dickens yukarıdaki satırları yazdıktan on dört yıl sonra, 1789’da, Fransa’daki ezilenler kendi geleceklerini ellerine almak için büyük kalkışmalarını hayata geçirmişlerdi. Fransa’nın aristokratları o zaman her şeyin ebediyen böyle devam etmeyeceğini öğrenmişlerdi. Sıra bugün burjuvalara ve onların düzenin yandaşlarına geliyor. Boğaz kıyısında yalıda yaşayanı da, kentin ortasında sarayında yaşayanı da, sosyal medyada sağa sola sopa göstereni de, üzerinde cüppeyle cezalar yağdıranı da, ülkenin tüm varlıklarını fonlayıp yabancılara haraç mezat satanı da… Hepsi her şeyin ebediyen böyle devam etmeyeceğini öğrenecekler…
Bu süreyi kısaltmaksa o az sayıdaki insanın kararlılığına ve işçi sınıfının mücadele örneklerinin sayısının artırılmasına bağlı…