Muzaffer İlhan Erdost'un anısına saygıyla
Onun toprağı bol, o toprağın suyunu taşımak da hepimizden olsun. Muzafferler, İlhanlar bilincimizde kuvvetle çiçeklensin.
Hatice Eroğlu Akdoğan
Her yazın bir sonbaharı vardır elbet. Yapraklar döküldükçe, hüzün artıyor. Ama diyalektiğin işleyişi istense bile yürürlükten kaldırılacak kanunlara benzemez. işte! Geçen 25 Şubat akşamının bir saatinde haber merkezlerine ve sosyal medyaya Muzaffer İlhan Erdost’u kaybettiğimiz haberi düşüyor. “O da mı?”, “İnanamıyorum”, “Ne kadar çok azaldık” demek fayda etmiyor. Aynı bilince sahip olup aynı duyguları paylaştığım başka insanlar gibi benim de içime ezinç düşüyor. Her türlü gericiliği kuşanmış faşizmin kol gezdiği dünyada kimi insanların nefes alması bile önem arz ediyor. Ve hep yaşasın, varlığı kuvvet olsun dileğinde bulunuyoruz.
Bu tarihten daha dört beş gün öncesinde Şekibe Çelenk’in cenazesinde Muzaffer İlhan Erdost’un, en önde bir yerde ayakta durmaya çalışırkenki fotoğrafını görmüştüm. Ölümüyle ilgili kimi haber ve yazılarda bu fotoğraf da yer alıyordu. “Ağaçlar ayakta ölür” denir ya, bunda da öyle dendi. “Çınarlarımız” diyebileceğimiz aydınlanma, demokrasi ve sosyalizm davasının yaşlı insanları gittiğinde yukarıda söylenen söz, insana özgü çok etkili bir anlam taşıyor. Hatta belki de “ağaçlar ayakta ölür” sözünü, Şekibe Çelenk’in cenazesinde ısrarcı duruşuna bakarak Muzaffer İlhan Erdost’a daha çok yakıştırmak gerekiyor. Üstelik heybetli görünüşüyle belki de çınar ağacına daha çok benzeteceğimiz insan Muzaffer İlhan Erdost’tur desek fazla abartmış da olmayız.
Sol Yayınları benim ya da ‘birimiz hepimiz, hepimiz birimiz’ düsturunun gençleri olarak bizim için ne kadar çok şey ifade eder bilemezsiniz. Mevcut kapitalist kurulu düzenle arama ilk çizgiyi bu yayınevinin kitaplarından olan “Sosyalizmin Alfabesi”ni okuduktan sonra koymuştum. “O kadar kolay mı oldu ya da orada sihirli bir formül mü vardı” diye sorulabilir. Elbette ki hayır! 14-15 yaşın dinamizmiyle toplumsal düzeyde her şeyi sorguluyor ve bir çıkış, çözüm yolu bulmaya çalışıyorum. Mevcut çelişkileri, çatışmaları, yoksulluğu, var oluşundan öte bir şeyle soyutlandırıp anlamlandıramıyorum. Sosyalizmin Alfabesi ise işte bana çelişkilerin anahtarını gösteriyor. Ve ben ve benim çağımın gençleri Sol Yayınları’nı bu nedenle iyi bellemiş oluyoruz. Leo Huberman’ın pembe kapaklı o incecik kitabını evirip çeviriyor; ön kapağın alt ortasında kare içinde çarpıcı bir “SOL Yayınları” ibaresini görüyoruz. Ücra bir kasabada elimize geçen Sol Yayınları’na ait bir kitabı baştan sona yazar gibi özet çıkarıyoruz. Çünkü kitap bir tane ve o da başka bir elden gelip başka bir ele geçecek. O yüzden yeniden yeniden okumak daha iyi anlamak için dolu dolu notlar alıyoruz. 70’li yılların ikinci yarısında mücadelenin en ön saflarında olanlara teorik olarak yetişebilmek için akran kuşağımla Sol Yayınları’nın Marksist klasiklerine dört elle sarılmış oluyoruz. Önce lise, sonra üniversite ve ek olarak çeşitli işlerde çalışma sürecinde bilincimizi Sol Yayınları’nın kitaplarıyla parlatmaya devam ediyoruz. Her birimiz örgütsel bir ilişkinin şu ya da bu noktasında rol ve yön sahibiyiz. Benim için şahsen Sol Yayınları örgütlerin de önünde. Başvuru eserlerimiz Sol Yayınları olunca kafamdaki yerini de ona göre belirlemiş oluyorum.
En kahrolduğum anlardan biri ve hala içimden atamadığım bir sızı İlhan Erdost’un işkencede öldürülmesidir. Ben bu darbeyi solun hepsine vurulmuş etkili bir darbe olarak gördüm. Bir devrimcinin katledilmesi karşısında duygusal olarak yaşadıklarım, hala da yaşamaya devam ettiklerimdir. İlhan Erdost’a; yani Sol ve Onur Yayınları ‘na nasıl böyle bir darbe vurulurdu? Ki bu faşizmin en etkili en çirkin yüzüne olan tanıklıklarımızdan biriydi. Kuşatılmıştık, sessimiz boğuluyordu ve bu bizim acımızı daha da katmerleştirmekteydi. Tıpkı Gezi her yargılanmaya başladığında Ali İsmail ve Berkin yanımızın yeniden ve yeniden acımaya başlaması gibi bir şeydi o.
Ya onun en yakını, öğretmeni, ağabeyi, canından bir can Muzaffer Erdost ne haldeydi? Onun acısının tarifsiz oluşunu kendi adının yanına “İlhan”’ı da bir çığlık gibi ekleyişi daha iyi anlatıyordu. İnsanın bu çığlığa karşı yüzlerce, binlerce, on binlerce kez art arda “Muzaffer İlhan Erdost”, “Muzaffer İlhan Erdost”… diyesi geliyor.
Muzaffer Erdost, Muzaffer İlhan Erdost olarak bir kişide iki kişilik bir misyon ve sorumlulukla kendini bir kat daha var etme yoluna gitti. Kardeş ve yoldaş acısını başka türlü hafifletmek; Sol Yayınları’nın misyonunu başka türlü devam ettirme gücünü bulmak mümkün olmasa gerekti. Türkiye’de sosyalizmin ikinci kuşak aydınlarından şair, eleştirmen, araştırmacı, yazar ve ressam Muzaffer İlhan Erdost, tek kişilik beden ve ruhunda iki kişilik rol üstlendi. Hem Muzaffer hem İlhan’dı.
İlhan’dan sonraki her 7 Kasım Sol ve Onur Yayınlarının varlığının daha etkin olduğu da apayrı bir gündü. Kavga aşkına,sol aşkına ve Sol Yayınları, Onur Yayınları daha çok okunsun ve bu ülkenin demokrasi ve sosyalizm arayan çocuklarının kalbinde İlhan’ın umuduna, İlhan’ın anısına dair bir ışık parlasın diye çağrılar yapıldı. Yani amaç satmak değil, İlhan’ın anısını çoğaltmaktı. Muzaffer İlhan Erdost, İlhan’ın anısını parlattıkça iki kişilik hissini daha bir pekiştirmekteydi. Muzaffer İlhan Erdost… Sadece 26 Şubat’ta 88 yaşında toprağa koyduğumuz devrimci bir ağabeyimiz, Suları ve Barışta’nın babası; Alaz ve Türkülerin amcasının ismi olmaktan çok öte, bizleri gidenlerin yerinin nasıl doldurulabileceğine ilişkin bir kimliğin de anahtarı olmuştur. Muzaffer Erdost da İlhan Erdost da madden aramızda yok. Manevi mirasları dışında Sol ve Onur Yayınları maddi güç olarak aramızda, yanımızda ve yakınımızda.
Gidenlerin arkasında kalanların, nasıl var olması gerektiğini de Muzaffer İlhan Erdost, Şekibe Çelenk’in cenazesindeki varlığı ile bizlere göstermeye çalıştı. Onun toprağı bol, o toprağın suyunu taşımak da hepimizden olsun. Muzafferler, İlhanlar bilincimizde kuvvetle çiçeklensin.