Ölenin arkasından konuşmak namus borcudur
“Hayırla yad edilmek isteyen namuslu bir yaşam sürsün.”
İntihar eden işçilerin, kendini yakan işsizlerin, kocası tarafından öldürülen kadınların sebebi olanların; fabrikaları-tarlaları-siyasi iktidarı üç kuruşa sermaye ve emperyalizme peşkeş çekenlerin; bu ülkenin tüm ilerici birikimini harcama niyeti taşıyanların kendi cenahlarından biri eksildiğinde “ölenin arkasından konuşulmaz” serzenişlerine tutunmaları çok normal. Ahlâkları sadece kendilerine merhamet edilmesi üzerine kurulu olanlar, analarımız evlâtları için ağıt yakarken yuhalanınca ahlâklarını da merhametlerini de sokağa atarlar. Tabii, ölen kendi cenahlarındansa ölenin kim olduğu önemli değildir. Tarihe bırakılmış lekelerin, her adımda karşılarına çıkma ihtimaline karşı alınmış bir tedbirdir bu ahlâk onlar için. Bu da bir ahlâksızlık değilse nedir? Burası, bir nokta.
Bir başka nokta: Kendileri de “son yolculuklarına” çıktıklarında, halkın bedduasından çekinen bir psikolojinin mevcudiyetini de belli belirsiz kavradığımı sanıyorum aslında. Ahretlik istemek mi dersiniz, iyi anılma isteği mi bilemem ama koro halinde umutsuzca bizlerden de helallik almaya çalışıyorlar sanki. Yine de bu kısım psikolojinin alanı, bizlerin değil, not düşüp burada bırakıyorum.
Politik açıdan düşündüğümüzdeyse; ne de olsa tarih de politikanın enstrümanları arasında yer alıyor ve tarihin bir amacı da olayların nasıl bir yol izlendiğinde nasıl sonuçlar alındığının, uygulayıcılarının hangi hataları ve rezillikleri yaptığının, hangi suçların işlendiğinin ve bunun halka nasıl etki ettiğinin tespitini yapmak. Lenin’in dediği gibi, “biz politikaya müdahale etmedikçe, politika bize müdahale edeceği” için “ölünün arkasından konuşmak” her namuslu insanın boynunun borcudur aslında.
Madem konuşmak zorundayız, o zaman konuşacağız ama kibarlık borcumuz yok. Nesnellik ve tarih bizden yana. Birinin ardından “rahmet okumak”, onu ya onaylamak ya da tüm hatalarına rağmen ondan razı olmak demekse, biz ne rahmet okuyoruz ne de razıyız.
Peki “bari susalım” mı?
Siz uyuşturucu baronlarının sofrasına oturacaksınız, kendinize en ufak eleştiride bulunan öğrencileri terörle ilişkilendirip hapislere yollayacaksınız, bu ahlaki kusurların yanı sıra Türkiye tarihini etkileyen birçok dönemeçte zulmün basamaklarını ellerinizle döşeyeceksiniz, sonra da biz size “nezaket gereği” rahmet okuyacağız; okumuyorsak da susacağız, öyle mi?
Yok öyle.
Bazılarının serzenişlerini anlıyoruz tabii. İleride kendilerinin üstüne de inecek tarihin balyozu ne de olsa.
Peki ya muhalif geçinenlerin arasından burunlarını çıkaran “yufka yürek” pozuna sarmalanmış “hümanist”, “ahlak timsali” beyefendi ve hanımefendilere ne demeli? Ezilenler ülkenin her karış toprağında bin bir türlü zulme uğrarken sesiniz bu kadar gür çıkmıyordu sanki? Maden işçileri yürürken bu kadar ajite olmuş bir şekilde seslenmiyordunuz galiba? Siz, ana akım siyasetin kenarında köşesinde, STK’sında, partisinde yer alanlar; egemenleri ve köşe tutanları korkutmadan muhalifçilik oynayan ve tuvalet köşelerindeki kurutma makinelerine el açanlar gibi fon bekleyenler; hiç mi utanmıyorsunuz? Siz niye 90’ların bir işe yaramaz merkez sağcı politikacıları gibi, bize zulmedenler layığını bulunca gerçek yüzlerini hatırlattığımız için bizi azarlamaya dört nala koşuyorsunuz? İçi kararan, yüreği körelen iddia ettiğiniz gibi biz miyiz, siz misiniz? Siniriniz, bu küçük burjuva hassasiyetin kitlelerce artık yok sayılmasından mı yoksa?
Bu soruların cevapları aslında belli tabii. Bizim görevimiz halkımızın hafızasını canlı tutmak. Size de söyleyecek tek şey var:
“Hayırla yad edilmek isteyen namuslu bir yaşam sürsün.”