Devlet dışı yerel yönetim unsurları!

Dünyanın hiçbir ülkesinde halk iradesiyle seçilen yerel yönetimler devlet dışı yabancı unsurlar olarak değerlendirilemez.

Erdoğan iktidarının hücum faullü siyaset anlayışı olağan dönemlerde olduğu gibi olağanüstü dönemlerde de hiçbir yasal ve etik kural tanımıyor. Tüm dünyayı alarm durumuna geçiren Coronavirüs salgını ülkemiz gündeminde bir süre halk sağlığı sorunu olarak yer aldı. Ancak gündelik yaşamı sekteye uğratan salgının sosyoekonomik yansımaları belirginleştikçe siyasal iktidarın mağdur kesimlere yönelik tavrı da en az salgının kendisi kadar tartışılmaya başlandı. İşsizler ordusuna eklenen yeni işsizler, dükkanını, tezgahını kapatan esnaf, küçük işletmeler, gündelikçiler ve diğer güvencesiz kesimler açısından virüs tehlikesi ikinci planda kaldı. En azından salgın geçinceye kadar bu kesimlerin yaşam giderlerinin karşılanması ve mevcut yükümlülüklerinin ertelenmesi gerekiyor. Bir çok ülkede hükümetler yurttaşlarına güvence vererek gerçekçi destek programlarını hayata geçiriyor. Böylelikle çalışan nüfusun evde kalması sağlanarak virüsün kısa sürede denetim altına alınması hedefleniyor. Kuşkusuz salgının kısa sürede üstesinden  gelmek ekonomik kayıpların artmasını da engelleyecek. Hükümetlerin çalışanları evde tutmak için yaptığı mali desteğin, salgının uzamasıyla ortaya çıkacak maliyete göre çok daha az olacağı öngörülebilir. Radikal ekonomik ve siyasal kararları hemen alamayan bizim gibi ülkeler ise bunun bedelini ne yazık ki hem insan canıyla, hem de derin sosyoekonomik ve siyasal krizlerle ağır biçimde ödeyecek. Ülke gerçekleri farklı diyerek salgına bağlı sorunları zamana yayarak çözmek olası değil. Tüm ülkeler için ortak gerçek, salgının yayılma hızıdır. Bunu önleyebilmek için mağdur kesimlerin evde kalmasını sağlayacak devlet olanaklarını bir an önce seferber etmek gerekiyor. Bağış kampanyasıyla toplanacak ayni ve nakdi yardımlar bu boyutta bir kriz için ancak ikincil bir katkı sunabilir. Bağışlardan medet ummak edilgen bir tavrın yansımasıdır. Aslolan devletin birincil ve etken nitelikte adımlar atmasıdır. Ayrıca bu tür kampanyaların kısa dönemler için elverişli olduğu, sürdürülebilir olmadığı akılda tutulmalıdır. Salgının süresi uzadıkça kampanyaların etkisi de giderek azalacaktır. Öte yandan siyasal iktidarın bağış ya da kendi ifadesiyle ‘yardım’ toplama kampanyasını tekeline alma çabası, ‘aldığın abdest ya da attığın taş, ürküttüğün kurbağaya değmeli’ atasözünü[1] doğrular niteliktedir. Bu aynı zamanda salgına bağlı sorunların ne denli hafife alındığının da göstergesidir. Böylesi olağanüstü koşullarda bile muhalif belediyelere yönelik salgın öncesi mızıkçı tavır ısrarla sürdürülmektedir. Muhalif belediyelerin başlattığı kampanyaların ‘devlet içinde devlet olmaz’ gerekçesiyle  engellenmesi akıl alır gibi değildir. Dünyanın hiçbir ülkesinde halk iradesiyle seçilen yerel yönetimler, devlet dışı yabancı unsurlar olarak değerlendirilemez. Hangi siyasal partiden olursa olsun yerel yönetimler de merkezi yönetimler gibi devlet aygıtına dahildir. Yüksek Seçim Kurulu tarafından seçime girme hakkı verilmiş olan tüm  partiler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ait meşru siyasal yapılardır. Ne ki,  ‘Türkiye Cumhuriyeti Başkanlığı’ logosuyla yurt dışına gönderilen yardım kolilerine bakınca devletin Saray’dan ibaret görüldüğü anlaşılmaktadır.[2]

Bu gösteriş merakı, Ortadoğu emirlik ya da  prensliklerinin taklitçisi bir rejim hayalinin tezahürü gibi duruyor. Oysa söz konusu despotik hanedanlar, dünyanın en zengin petrol rezervine sahip olan ülkeleri yönetiyorlar. Siyasal iktidarlarını da ABD’den yüklü miktarda silah alarak sürdürüyorlar. Böylelikle Ortadoğu’daki İsrail dostu emperyalist politikaların da kolaylaştırıcısı oluyorlar. Şahsım iktidarı ise ülkemizin görece kısıtlı kaynaklarıyla aynı yöntemi deneyimlemeye çalışıyor. Hem S 400’ü alıp hem de Patriot’a talip olmanın arkasındaki hovarda tutum, maalesef bu gösteriş merakından ileri geliyor. Oysa bir ülkeyi paşa gönlüne göre yönetebilmek için de kaynak zenginliği gerekiyor.

Muhalif belediyelerin bütçesi hedefte

Millet İttifakı ve HDP tarafından yönetilen belediyelerin gelirleri geçen yıldan beri merkezi iktidarın iştahını kabartıyor. AKP, siyasal ömrünü uzatmak için özellikle İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerin mali kaynaklarına şiddetle gereksinim duyuyor. Teröre destek savıyla görevden alınan HDP’li belediye başkanlarının yerine atanan kayyumlar, belediye bütçelerini yönetme yetkisini de ele geçirmiş oluyor. Muhalif belediyelerin kampanya hesaplarına bloke koyma işleminin esas nedeni de Saray’ın  toplanacak bağışları kendi önceliklerine göre kullanma arzusu. ‘Biz bize yeteriz’ sloganıyla lanse edilen kampanyadaki gizli ‘biz’, Saray tarafından atanmış kamu kurumlarının yöneticileri ve sistemden nemalanan diğer kodamanlar. Atanmış yöneticilerin bağış kotalarını içeren resmi yazılarla çalışanları ödeme yapmaya zorlaması ise ihtiyaç sahibine yardım etmekten çok Saray’a yaranarak makamı güvenceye alma niyetini gösteriyor. Bağışlar salgının getireceği hasarları gidermeye yetmese de iktidar bu yolla bir süre daha rahat soluk alabileceğini umuyor. Can korkusunu ekmek kavgasıyla harmanlayan yurttaşlar ise ‘yardımı merkezi yönetim mi yaptı; yoksa yerel yönetim mi?’ diye düşünüp gelecek seçimler için tercih belirleyecek halde değil. Tersine merkezi yönetimin muhalif yerel yönetimlere dönük dışlayıcı tavrı, kamuoyunda seçilmiş belediye başkanlarına haksızlık yapılıyor izlenimini daha da pekiştiriyor. Siyasal iktidarın  kampanyalar üzerinden yaptığı böylesi ayrıştırıcı bir girişimin, muhalif belediye başkanlarına oy vermiş milyonlarca yurttaşı öfkelendirmesi normaldir. Cumhur İttifakı’nın doğal başkanı, ülke nüfusunun en az yarısının güvenine mazhar olamadığına hınçlandığı için muhalif belediyelerin aracı olduğu kampanyaları baltalamak istemiştir. Halkını düşünen bir liderin ‘şahsım kampanyası’ açmak yerine kamuoyunu mevcut  kampanyalara yönlendirmesi beklenirdi. Böylelikle mağdur kesimlerin bu ayrışmadan zarar görmesi de engellenmiş olurdu. Cumhur ya da Millet İttifakı ayrımı yapmadan tüm belediyelerin aracılık ettiği bağış kampanyalarını desteklemek yerine partili Cumhurbaşkanı yine kendi seçmenini elde tutma formülüne sığınmıştır. Dolayısıyla, yatsı namazından sonra okutulan dayanışma, birlik ve dirlik dualarının muktedir tarafından dikkate alınmadığı da anlaşılmıştır.

Şahsım iktidarıyla çıkış zor

Batılı ülkeler, öngörüler doğru çıkarsa en erken Haziran başında yaşamın normale dönmeye başlamasını umuyor. Virüsün gelişim seyrinden bağımsız olarak hızlı ve radikal önlemler alınmazsa salgın koşullarının bizde daha uzun sürme olasılığı da var. İyimser tahminle ülkemiz üç ay sonra normal yaşama dönmeye başlasa bile mevcut siyasal ve ekonomik programla salgın öncesi kronik sorunların üzerine eklenecek öngörülmez hasarları giderebilmek olanaksız. Muktedir, IMF ve Dünya Bankası’nın önerdiği kredilere de özellikle bu kurumların bütçe gözetimi ve denetimi altına girmek istemediği için soğuk bakıyor. Alışılageldiği gibi şeffaflık ve hesap verilebilirlik yerine denetimsizliğin dayanılmaz hafifliği yeğleniyor!

Ancak değirmenin dişlilerini taşıma suyla yani yurttaştan toplanan bağışlarla, vergilerle döndürmek artık kolay olmayacaktır. AKP, bu koşullar altında milli iradenin önemli bir bölümünü temsil eden muhalefetle çatışmayı sürdürme lüksüne sahip değildir. Anayasanın  2. maddesinde laiklik ilkesinin yer almasına karşın T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı, bağışların nereye yapılırsa caiz olacağı yönünde bir fetva verebiliyorsa devlet içinde başka bir devlet aramaya hiç gerek yoktur!

[1] http://tdk.gov.tr/wp-content/uploads/2019/05/Nail-Tan-_-SEKİZ-DEYİM-ÜZERİNE-_10.pdf

[2] https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2020/04/01/yardim-kolilerinde-cumhurbaskanligi-imzasi/

 

Yazarın Diğer Yazıları
Ronald-Donald döngüsü 14 Kasım 2024
Neofaşist küreselleşme 20 Eylül 2024
Kirli mahremiyet 25 Temmuz 2024