Hapishane hukuku

Tutuklu gazetecilerin, aydınların ve siyasilerin arkasında demokrasi ve özgürlük sevdalısı milyonlar var.

AKP iktidarı, Victor Hugo’nun ‘bir okul açan bir hapishane kapatır’ sözünü boşa çıkaracak cinsten bir diğer çılgın projesiyle hapishane kapatmadan okul açma hayalini  gerçeğe dönüştürüyor… Bundan böyle yeterli talep olması halinde hükümlü ve tutuklular hapishanelerdeki kreş, anaokulu, lise ve meslek liselerinde eğitim görebilecekmiş[1].

Cezaevindeki  bebekli anneleri, çocukları ve gençleri ilgilendiren bu proje ülkemizde hapishane merkezli bir yaşamın normalleşmesi açısından eşsiz bir adım! TÜİK’in 2018 yıl sonu raporuna göre cezaevi nüfusunun yıldan yıla arttığı görülüyor[2].

Bu nedenle son 14 yılda 178 yeni cezaevi açılmış[3]. Gerçekte cezaevi sayısının çoğalması siyasal iktidarlar için bir övünç değil utanç vesilesi olmalı. Hem suça elverişli toplumsal bir ortamın oluşmasından, hem de varsa suçsuz yere  cezaevinde yatan insanlardan ülkeyi yönetenler sorumludur. Muktedirin bizatihi savcılığını üstlendiği davalarla askerlere, siyasilere, gazetecilere ve diğer muhaliflere ilişkin gözaltı ve tutuklama haberleri 2007 yılından beri ülkemizin gündeminden düşmüyor. Yıllardır FETÖ’lü, PETÖ’lü koalisyonun intikam aygıtı haline getirilen hukuk sistemi nedeniyle yaşanan adaletsizlikler duyarlı yurttaşların vicdanını kanatıyor. Sabahın erken saatlerinde ev baskınlarıyla yapılan operasyonlar AKP iktidarının alametifarikası oldu.

Gazetecinin işi kamu adına iktidarı denetlemektir

Mesleğini evrensel ölçütlere göre yapmaya çalışan gazetecilere yönelik ev baskınlarıyla başlayan yeni dönem operasyonları da tutuklamalarla sonuçlandı. Sözde devlet sırrını ifşa etmekten tutuklanan gazetecilerin özde iktidar sahiplerinin hoşuna gitmeyen konularda kitap yazdıkları ya da haber yaptıkları için cezalandırıldıkları anlaşılıyor. Demokratik sistemlerde gazetecilerin kamu adına iktidara yönelik denetim işlevini yerine getirdiği için cezalandırılmaları kabul edilemez.  Halkın doğru ve eksiksiz haber alması için gerçeği ortaya çıkarmak gazetecinin asli görevidir. Kamuoyuna hesap vermeyi reddeden iktidar sahipleri ise gerçek gazetecilere düşmandır. Geçenlerde İçişleri Bakanı’nın  göçmen sayılarına ilişkin doğru bilgiye ulaşmak amacıyla soru soran kıdemli bir gazeteciyi terslemesinin nedeni de budur.

Dünya genelinde halen en çok profesyonel gazeteciyi cezaevinde tutan ülke olan Türkiye, Sınır Tanımayan Gazeteciler’in (RSF) 2019 yılı Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 180 ülke arasında 157. sıradadır[4].

 ‘Şehvete kapılmayan’ yanaşmacı gazetecilik

İfade ve basın özgürlüğüne ilişkin böylesi acı bir tablonun oluşmasında kuşkusuz mesleğine ve halkına ihanet eden sözde gazetecilerin büyük payı var. Özellikle güçlü liderlerle özdeşleşen tek parti iktidarlarının süresi uzadıkça  kişisel ikbali uğruna muktedire yanaşan hemen her meslek grubundan yandaşlar iyot gibi açığa çıkıyor. Geçenlerde Serdar Turgut’un “Gazetecilik şehvetine kapılıp hata yapmamak için yazılarımı yazmadan önce Saray’dan izin alıyorum.” itirafı, iletişim fakültesi öğrencileri için bir ibret dersi niteliğindedir!

2. Irak harekatı sürecinde ABD tanklarının üzerinden yayın yapan gazetecileri eleştirmek için kullanılan iliştirilmiş gazetecilik (embedded journalism) kavramını, bizdeki haliyle ‘yanaşmacı gazetecilik’ olarak uyarlamak daha doğru olur. Bazı saray yanaşması gazeteciler, muktedire yaranmak için gerçek gazetecilere yönelik iftira ve karalama kampanyaları sonucunda ‘meslektaşları’nı tutuklatarak keyifleniyor. Bu durum ideolojik karşıtlıktan değil, belli kişi ya da grupların maddi çıkarlarını korumaya dönük bir intikam duygusuyla ortaya çıkıyor. İnsanlıktan soyunanlar iktidarlarını tehdit eden herkes ve her şey için düşman ceza hukukunu acımasızca  işletiyor.  Yandaş olmayanlar için kamuoyu önünde her fırsatta casusluk, vatan hainliği, teröristlik gibi suçlamalarla yargısız infaz yapılıyor. İktidar sahipleri, eylemlerinin kötülük içerdiğini farketmeyecek kadar öznel gerçekliklerinin tutsağı olmuşlar.  Bu yüzden kendileri için tehdit oluşturan herkese sadizme varan cezalandırma yöntemleri uygulamaktan geri durmuyorlar.

Hamaset kutsal simgelerin soyut yanını perdeliyor

Otoriter liderlik, akıl yerine duygu odaklı bir hamaset siyaseti yürüttükçe toplum da bundan etkilenerek duygusal tepkiler vermeye yöneliyor. Siyaset, güçlü lider kültüne indirgendikçe toplum akılcılıktan ve  demokratik anlayıştan uzaklaşıyor. Dolayısıyla muktedire duyulan ‘aşk’ gibi ‘nefret’ de toplumun patolojik biçimde ayrışmasına neden oluyor. Sağ popülist siyaset, uyguladığı ötekileştirme stratejisiyle aynı ulusal kimliğe sahip olan yurttaşları birbirine ay yıldızlı bayrak gösterecek kıvama getirdi. Farklı düşüneni hemen vatan hainliğiyle suçlayanlar, vatanperverliği de sadece kendi gibi düşünenlere mal ediyor.

Vatan, bayrak gibi kutsal değerler üzerinden yapılan tartışmalarda genelde simgelerin  somut yanı öne çıkıyor. Oysa kutsal simgelerin somut yanı kadar soyut yanı da önemli. Ülkemizin toprağı, suyu, yeraltı kaynakları, atalık tohumları, orman alanları gibi doğal varlıklarının yanı sıra Türk Telekom, şeker fabrikaları, Tank Palet Fabrikası gibi ulusal birikimler de kutsal simgelerimizin soyut yanını oluşturuyor. Kamu arazilerinin ve kamu işletmelerinin yabancılara devredilmesi, tarımda gitgide yabancı ülkelere olan bağımlılığın artması, neden vatanın ve bayrağın kutsallığına yönelik bir  tehdit olarak algılanmaz ki? Çünkü sığ popülist siyaset, soyutlama becerisi yetersiz olan yığınlara kutsalın salt somut yanıyla hitap ediyor. Hamasi söylem, kutsalın somut yanını allayıp pullayarak soyut yanını perdelemiş oluyor. Ötekileştirme stratejisiyle dayatılan tek tipleşme, toplumu çoğulcu demokratik anlayıştan uzaklaştırıyor.

Darbeli demokrasi

Tam 40 yıl önce Kenan Evren, 12 Eylül darbesiyle yönetimi ele aldığı günden itibaren halka en kısa sürede demokrasiye geçileceğini sık sık vurgulama ihtiyacı duyuyordu[5]. Bu aynı zamanda kendi yönetiminin demokratik olmadığının kabulüydü. Nitekim cuntanın gölgesinde olsa da demokrasiye geçişin ilk adımı olarak 1983 yılında  Turgut Özal’ın hükümeti devraldığı ilk seçimler yapıldı. O günden başlayarak bugünlere dek sürdürülen görece demokratik parlamenter sistem, 2018 yılında Erdoğan eliyle resmen tek adam rejimine dönüştürüldü. İşin tuhaf yanı 12 Eylül cuntası demokratik yönetim iddiası taşımazken Erdoğan ısrarla Türkiye’nin demokratik bir ülke olduğunu iddia ediyor. Buna karşılık The Economist’in 2019 yılına ait Demokrasi Endeksi Raporu’nda Türkiye, 167 ülke arasında yapılan değerlendirmelere göre  Senegal’in de gerisinde kalarak 110. sırada görülüyor[6]. AKP iktidarı, kurduğu rejimin demokratik standartları karşılamadığını kırk yıl önce kavramış olan darbeci bir generalin kafasındaki demokrasi tasavvurunun bile maalesef gerisine düştü[7].

83 milyonluk Türkiye’yi ucu açık bir olağanüstü hal rejiminin hapishane hukukuyla sürgit yönetmek olanaklı değil. Tutuklu gazetecilerin, aydınların ve siyasilerin arkasında demokrasi ve özgürlük sevdalısı milyonlar var. Bu kadar insanı kreşli, meslek liseli projelerle kandırarak cezaevinde ağırlamaya TOKİ’nin gücü yetmez!

[1] https://www.gazeteyolculuk.net/hapishanelerde-kres-anaokulu-lise-ve-meslek-lisesi-acilacak

[2] https://www.dogrulukpayi.com/bulten/turkiye-nin-cezaevi-istatistikleri

[3] https://www.birgun.net/haber/akp-14-yilda-178-cezaevi-acti-268486

[4] http://bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/207615-turkiye-basin-ozgurlugu-siralamasinda-157-sirada

[5]http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt12/sayi67_pdf/2tarih_cografya_siyaset_uluslararasiiliskiler/ture_esra.pdf

[6] https://www.independentturkish.com/node/121306/dünya/2019-demokrasi-endeksi-türkiye-110-sırada-yer-alarak-senegal’-gerisinde-kaldı

[7]  http://www.diken.com.tr/sonar-arastirma-baskanlik-sistemine-evet-diyenlerin-orani-yuzde-423/

Yazarın Diğer Yazıları
Ronald-Donald döngüsü 14 Kasım 2024
Neofaşist küreselleşme 20 Eylül 2024
Kirli mahremiyet 25 Temmuz 2024