27 Mayıs: Darbe mi, ihtilâl mi yoksa bütün kötülüklerin anası mı?
31-05-2020 08:40Türkiye solunu da ilgilendiren bir tartışma olan 27 Mayıs’ın karakteri üzerine bugüne kadar çok söz söylendi. Bu açıdan karakterinden ziyade, 27 Mayıs’ı nedenleri ve sonuçları ile birlikte bütünlüklü bir değerlendirmeye tabi tutmak önem taşıyor.
Neşe Deniz Babacan
Bugün özellikle liberalizmin temel argümanlarından biri olan “darbe karşıtlığı” ve Türkiye tarihinin “darbeci vesayet rejimi” ile “demokrasi güçleri” arasındaki mücadele tarafından şekillendiğine dair tanımlama, düzenin muhalif kanatları da dahil olmak üzere liberal sol ya da buna teşne olan çevreler tarafından da tamamen sahiplenilmiş durumda. Son olarak AKP iktidarının Adnan Menderes ve Yassıada üzerinden 27 Mayıs konusunda attığı adımlara paralel olarak, Kılıçdaroğlu’nun “darbelere karşı” olan çıkışı elbette güncel bazı gelişmelere karşı bir konumlanışı (CHP’ye dönük darbecilik iddiası) ifade etmekle birlikte, düzen muhalefetinin ideolojik ve siyasi olarak liberalizmin ana paradigmasının dışına çıkabileceğini söylemek imkansız görünüyor. Bunlar 27 Mayıs üzerinden karşımıza gelen politik çıktılardan bir tanesi.
Bir diğer yaklaşım ise 27 Mayıs’ın, 1923’ün ve Kuvayi Milliyeciliğin; 12 Mart ve 12 Eylül’ün ise mandacılığın devamı olduğunu ifade eden yaklaşım. Bu yaklaşımın politik sonucu ise tipik bir MDD’ciliğe ulaşırken ve 27 Mayıs’ın bir devrimci girişim olarak kutsanması temel çıktılardan bir tanesi olarak ortaya çıkıyor.
Güncel konumlanışları bir yana bırakırsak, 27 Mayıs’ın Türkiye tarihinde ve sınıflar mücadelesinde nereye oturduğunun açıklanması önem taşımaktadır. Bu açıdan Marksist yaklaşım ve Türkiye sosyalist devrimi bağlamlarında 27 Mayıs’a dönük bir bakış geliştirmek gerekmektedir.
27 Mayıs, ülkedeki gerici ve işbirlikçi Demokrat Parti yönetimine karşı TSK tarafından yapılan ve devamında askeri yönetimin belli bir süre devam ettiği bir müdahaledir. Bununla birlikte, öncesinde sermaye iktidarı ve devletin güncel pozisyonuna göre “burjuva demokratik devriminin ilerlemesini” çağrıştıran sonuçlar barındırdığı için devrimci bir dönüşüm olup olmadığı da düşünülmektedir. Bu tartışmadan bazı sonuçlar çıkmakta ve başka sorular da beraberinde gelmektedir. Demokrat Parti’nin gerici ve baskıcı uygulamalarına karşı “laik, demokratik cumhuriyeti” temsilen yapılan müdahale “Kurtuluş Savaşı ve Atatürk inkılâplarından sonra üçüncü büyük hamle” olarak da yorumlanabilmektedir.
Bugünden bakıldığında ve özellikle 12 Mart ve 12 Eylül örnekleri değerlendirildiğinde, darbeler genel olarak ve çoğunlukla karşı-devrim cephesinin birer aygıtı olarak görülür ya da değerlendirilir. Bununla birlikte solun repertuarına giren “ilerici darbe” beklentisinin 27 Mayıs’la birlikte karşılanıp karşılanmadığı meselesi büyük ve önemli bir tartışmadır. Devamında ise 27 Mayıs’ın “ihtilal”i çağrıştıran boyutlarının Türkiye işçi sınıfını devrime ne kadar yaklaştırdığı da beraber ele alınması gereken bir başlıktır. Kafaların karıştığı ya da Türkiye solu için açmaz sayılabilecek olan başlıklar 27 Mayıs ile birlikte Türkiye’de “demokrasi ve özgürlükler” alanının genişlemesi, işçi sınıfı mücadelesinin yükselişe geçebileceği bir ortamın oluşması ve yükselişin de gerçekleşmesidir. Ancak, 27 Mayıs’ın kalkış noktasının sosyalizme ve işçi sınıfına alan açmak, bunun içinse gerici bir düzen partisini alaşağı ederek belli bir süreliğine ülke yönetimine el koyulması olmadığı açıktır.
Yine bugünden bakıldığında ülkemizde darbelerin işçi sınıfına karşı yapıldığı ve sermaye sınıfı ile devletinin emperyalizmin onayı ya da desteğiyle bunu hayata geçirdiği genel olarak kabul görmektedir. Biraz da bunlar üzerinden, 27 Mayıs’ın ABD’nin onayıyla gerçekleşmesi ve NATO’ya bağlılık yeminiyle sonlanmasına rağmen doğrudan işçi sınıfı hareketi ya da partisine karşı yapılmamış olması darbenin aslında yarım kalmış bir ihtilal olduğu düşüncesine neden olmakta, buradan da yukarıda bahsettiğimiz tipik MDD’cilik ve zinde güçler teorisi üremektedir. Bu noktada yukarıda saydığımız başlıklar üzerinden ve genel anlamda Demokrat Parti iktidarı altında “inim inim inleyen kesimler” açısından 27 Mayıs’ın kurtarıcı rolünün yarattığı etki elbette önem taşımaktadır.
Arada not olarak ifade etmek gerekirse, 27 Mayıs’ın ordu içerisindeki tabanını oluşturan çeşitli hücrelerin ihtilalci, ilerici, anti-emperyalist ve Kemalist bir güdü ile çıkış yapmaya çalışması ile ordu yönetim kademesinin NATO’ya bağlılık yemini etmesi ve darbenin temsiliyetinde CİA bağlantılı faşist Alparslan Türkeş’e yer verilmesi ilk başta çelişkili gibi görünüyor. Ancak zaman ve zor bu çelişkinin çözülmesini de sağlıyor. Ordu içerisinden taştığında kendisini Doğan Avcıoğlu ve YÖN-Devrim hareketi ile sivil alanda ifade eden bu anlayış, kapitalizmin ufkunu aşamadığı oranda emperyalizme karşı mücadele konusunda da yetersiz, emekçi sınıflar ile bütünleşmede eksik, burjuva demokratik devriminin radikal kanadına oynamaya çalıştığı oranda da sermayenin diğer kanatlarının tasfiye operasyonuna maruz kalmıştır. 12 Mart’ın hemen öncesinde yaşananlar, 12 Mart’ın faşist karakteri ve ordu içerisinde yaşanan tasfiyeler bir taraftan bununla ilgilidir. 12 Mart’ın ilgili olduğu diğer büyük başlık ise işçi sınıfı ve sol hareketin ayağa kalkmasıdır. Bahsedilen dönemin değerlendirilmesi elbette başka bir yazının konusu. Ancak 27 Mayıs’ın, 12 Mart ya da 12 Eylül gibi faşist bir darbe olarak nitelenmesi mümkün değil. Ama bütünlüklü bir değerlendirmeye de tabi tutulduğunda 27 Mayıs’ın kapitalizme dair ve düzen içi bir olgu olduğu su götürmez bir gerçek.
Türkiye kapitalizminin 27 Mayıs ihtiyacı
Demokrat Parti iktidarında cisimleşen baskı rejiminin boyutlarının çok yönlü olduğu biliniyor. 27 Mayıs sonrasında ortaya çıkan 1961 Anayasası ve özgürlükler ortamı ile bir önceki döneme göre ilerleme sayılan bir döneme girildiğinin düşünülmesi için elbette 1960’lı yıllarda çok fazla veri bulunuyor.
Bununla birlikte 27 Mayıs hakkında öncelikle söylenmesi gereken şey, işçi sınıfı ile burjuvazi ve bunların temsilcileri arasındaki doğrudan bir kapışmanın ürünü olmadığı olsa gerek. 27 Mayıs’ın Türkiye kapitalizminin gelişim dinamikleri içerisinde 1950’lerin sonunda ortaya çıkan krizin çözülmesi gibi bir işlevi olduğu bugünden bakıldığında çok açık görünüyor.
Krizin temeli elbette iktisadi bir karakter taşıyor. 1950 yıllar Türkiye kapitalizminin çok partili hayata geçiş ve İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde emperyalist kampa çok daha fazla yaklaştığı, tarım ve ticaret burjuvazisinin bu ortamdan nemalanarak serpilip geliştiği ama aynı zamanda sermayenin diğer kanatlarının henüz çıkış yapamadığı bir döneme denk düşüyor. Bununla birlikte tarım ve ticaret burjuvazisi dışı alanlarda sermaye gerek altyapı yatırımlarından nemalanma gerekse kamu kaynaklarının talanı üzerinden büyük bir servet birikimini oluşturmaya başlıyor. Bu duruma paralel olarak 1950’li yıllarda Türkiye kapitalizmine biçilen rol olan ithalat ve tarım ürünlerinin ihracatına dayalı olan denge, süreç içerisinde ithal ikameci bir noktaya doğru kayıyor. İthal ikamecilik doğal olarak sanayi üretiminin gelişmesini gerektirdiğinden dolayı tarım ve ticaret burjuvazisi ile sanayi burjuvazisi arasındaki ilk çelişkiler böylesi bir ortamda filizleniyor.
1950’li yıllarda sanayi sektöründe üretim iki katına çıkmasına rağmen Gayri Safi Milli Hasıla’dan aslan payının tarım burjuvazisi tarafından alınması bu çelişkileri derinleştiren bir diğer faktör olarak görülmeli. Bununla birlikte alt yapı yatırımlarına yönelen bir dizi sermaye çevresi bunlar pahalı yatırımlar olduğundan ve bu alanın rantı diğer sanayi kolları gelişmeden kendini fazla göstermediğinden dolayı da bir sıkışma yaşıyor.
Ana başlıklar bunlar olmak üzere, Türkiye’deki sermaye birikim modelindeki dönüşüm ihtiyacı ve bu alanda aşılamayan bir krizin kendisini dayatması 27 Mayıs’ı ortaya çıkartan temel iktisadi faktör olarak gündeme gelmiştir. Doğal sonucu Türkiye burjuvazisinin beraberinde yaşadığı dönüşüm ve dolayısıyla sanayi burjuvazisinin hakim sınıf pozisyonuna yerleşmesi olarak ortaya çıkmıştır. Tüm bunları tetikleyen ana olgular ise liberalizmin çocuğu olan Demokrat Parti iktidarının piyasacı ve özel sektör yanlısı bir iktidar olmasına rağmen piyasayı daraltıcı ekonomi politikalarına yönelmesi, dolayısıyla sermaye sınıfına güvensizlik yaratması ve eninde sonunda 1958 yılında ekonomik krizin kapıyı çalmasıdır. Krizi aşmak için devalüasyona giden ve dış yardımlara yönelmek için bir dizi yapısal reformun altına imza atmaya hazır olan Menderes hükümeti iktisadi krizi çözemediği oranda Türkiye sermayesi açısından 27 Mayıs bir tercih olmaktan çıkıp bir zorunluluğa dönüşmüştür.
Bu noktada bazı noktaların altını çizmek önem taşır:
Birincisi, 27 Mayıs, Türkiye burjuvazisinin bir bölümünün diğerine karşı komplosu ve ordu aracılığı ile iktidara yerleşme operasyonu olarak görülmemelidir. Türkiye kapitalizminin krizinin çözülmesi ve ithal ikameci modele üst yapısal anlamda da geçisin adının konulmasıdır. Hatta bununla birlikte tarım ve ticaret burjuvazisinin tamamen tarihe karıştığını ya da tasfiye olduğunu söylemek de yanlış olacaktır. Doğrusu, bu kesimlerin Türkiye burjuvazisi içerisindeki hakim pozisyonlarını adım adım sanayi sermayesine doğru bırakmalarıdır. 1950’lerdeki Marshall yardımları ile birlikte palazlanan ve tarımsal alanda birer kapitaliste dönüşen önceki dönemin büyük toprak sahiplerinin burjuvalaşması kır-kent ayrımını beraberinde getirse de sermaye sınıfının şekillenmesi ve feodal dönemin sınıfsal bölmelerinin ortadan kalkması açısından önem taşımaktaydı. Bununla birlikte büyük toprak sahiplerinin çıkarlarının bir numaralı temsilcisi Demokrat Parti’nin taşıdığı misyon Türkiye kapitalizminin gelişim dinamikleri açısında kentlileşme ve sanayileşme eğilimi ağır bastıkça büyük bir sıkışmanın adı anlamına da geliyor ve hatta DP’nin varlık zemini de anlamını yitirmeye başlıyordu. 27 Mayıs tam da bu zeminde gündeme gelmiştir. Birer tarım kapitalistine dönüşmüş olan eskinin toprak ağalarının 27 Mayıs’a hiçbir anlamda direnme şansı bulunmuyordu. Zaten direnmediler ve sermaye düzeninin yeni biçimine eklemlendiler.
İkincisi, 27 Mayıs’ın politik olarak durduğu zeminin netleştirilmesidir. Kentli ve sanayileşme isteklisi burjuvazinin özlemleri ile kentli küçük burjuvazinin çıkarları çakıştığı oranda, zaten önderliği ve örgütlülüğü olmayan emekçi sınıfların ve DP karşıtı çizginin dinamik kesimi olan gençliğin de 27 Mayıs’a kazanılması zor olmamıştır. DP döneminde ekonomik kriz ve baskı politikaları ile bunalıma giren, yine DP’nin sağcı/İslamcı politikalarına tepki duyan ve aynı zamanda özgürlüklerin ve demokrasinin kısıtlandığını düşünen kesimler açısından laik, demokratik ve Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan ordu, kentli burjuvazi ve orta sınıflar adına kurtarıcı olarak siyaset sahnesinde yerini almıştır. Politik olarak da 27 Mayıs’ın özellikle “laiklik, demokrasi ve özgürlükler” ekseninde bir içeriğe sahip olması şaşırtıcı değildir. Başka örneklerde de olduğu gibi burjuvazi kendi çıkarlarını toplumun büyük bir kesiminin çıkarları olarak göstermeyi başarmıştır. Ancak bununla birlikte 27 Mayıs, Demokrat Parti’nin ya da bugünden bakıldığında geleneksel sağın başta kırlardakiler olmak üzere kitle tabanını dönüştürmek ya da ilericilik mücadelesine kazanmak yönünde bir içeriğe sahip olmamıştır. O yüzden 27 Mayıs’ın sonrasında bu kesimlerin temsiliyetinin Adalet Partisi ile şekillenmesi de şaşırtıcı bir olgu olarak görülmemelidir.
Üçüncüsü, DP’nin 1950’lerdeki attığı en önemli adım Türkiye’nin dünya üzerinde emperyalist kampa entegre edilmesidir. Entegrasyon öncelikle iktisadi, devamında ise politik ve askeridir. Somut tezahürü ise Kore Savaşı’nda, NATO üyeliğinde ve dış yardım arayışlarında ortaya çıkmıştır. Kapitalizmin gireceği yol konusunda sıkışma ve iktisadi kriz yaşayan, krizin ideolojik boyutu ve sermaye devletinin reorganizasyonu bağlamında ortaya çıkan sorunları aşamayan Türkiye burjuvazisi açısından emperyalizm ile girilen yapısal ilişkiler 27 Mayıs aracılığı ile fırsata çevrilmeye çalışılmıştır ve hatta başarılmıştır. Buradaki trajik yan ise tarihsel olarak anti-emperyalist mücadelenin ve ulusal kurtuluşun ana aktörü olarak bilinen ordunun emperyalizm işbirlikçiliğinin kutsanmasının aygıtı olarak kullanılması olmuştur. Bu trajedi aynı zamanda 27 Mayıs’ın içinde ve devamında yer alan devrimci demokrat çizgilerin gerek ordu gerekse sivil siyasetteki trajedisi anlamına gelmiştir. Türkiye kapitalizminin bekasının ufkunu aşamayan ya da zaten böyle bir niyetleri olmayan 27 Mayıs’ın generallerinin ve Milli Birlik Komitesi’nin ise jakobenizm durağında çok beklememeleri bu açıdan şaşırtıcı değildir ve son tahlilde Türkiye burjuvazisinin tercihleri ile uyumludur.
Emperyalizmin 27 Mayıs ihtiyacı
27 Mayıs’ın emperyalist merkezler ya da ABD tarafından doğrudan kumanda edildiğine dair bir yorum yapmak abartı sayılabilir. Ancak darbe ABD’nin bilgisi ve onayı dahilinde olmuştur.
İki kutuplu dünya tablosunda Türkiye gibi kapitalist ülkeler için geçerli sayılan kalkınmacılık ve sermaye birikim modeli olarak ithal ikameciliğe geçişin ana eğilim olduğunu daha öncesinde ifade etmiştik. Bu ihtiyacın doğrudan Türkiye kapitalizminin kendi uydurduğu bir olgu ya da emperyalist sisteme rağmen Türkiye’de gelişen özgün bir yönelim olduğu söylemek pek doğru olmayacaktır. DP döneminde safını daha da belirginleştiren Türkiye sermaye düzeni ve devlet açısından bunun koşullarını oluşturmak oldukça sancılı bir sürç olarak gelişti.
Sovyet sosyalizminin İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmi ezerek dünya üzerinde kazandığı prestiji sınırlandırmak için başta ABD olmak üzere emperyalist merkezler birden fazla yöntem denemişlerdir: Sovyetler Birliği’nin dünyanın doğusuna doğru izolasyonu, bununla birlikte NATO’nun genişleme hamlesinin ilerletilmesi ve örneğin Ortadoğu’da yeşil kuşak projesinin hayata geçirilmesi bunun örneklerinden bazıları olarak ifade edilebilir. Ek olarak, sosyalizmin dünya üzerindeki gücünü kırmanın bir diğer yolu olarak da kapitalist ekonomilerin görece demokratik bir üstyapıya kavuşturulması, kalkınmacılığın ve sosyal devletçiliğin yaygınlaştırılarak zayıf halka ya da adayı ülkelerdeki sınıf mücadelesinin ve komünist partilerin etki alanlarının daraltılması olarak gündeme gelmiştir.
O yüzden 27 Mayıs’ın Türkiye’de yaratacağı dönüşüm ABD açısından da bir fırsat olarak görülmüş ve darbe sonrasında da bu olanak değerlendirmeye çalışılarak, Türkiye’ye para akıtılmaya, askeri bir dizi adım atılmaya başlanmıştır.
Ancak emperyalist emellere ve burjuvazinin kendi çıkarlarını korumak için attığı adımlara rağmen Türkiye’de gerek sınıf hareketi gerekse sol, sosyalist hareketin gelişmesi, ileri doğru hamle yapması için 27 Mayıs sonrasında oluşan ortam oldukça güçlü bir zemin sunmuştur. Bunun 27 Mayısçıların bilinçli bir tercihi olduğunu söylemek ise çok mümkün değil. Bu noktada, yaşanan üst yapısal bir dizi dönüşümün ve sonuçlarının Türkiye işçi sınıfının gelişimi için de nesnel bir zemin sunduğunu ifade etmek gerekir. Devamında ise neredeyse Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren baskılanan sol, sosyalist hareket sıçramalı bir şekilde ilerleyerek gelişmiş, sınıf örgütlü mücadele ile tanışmış, kapitalizme karşı mücadelenin temel örnekleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Devamı ise başka bir yazının konusu.
Tüm bunlarla birlikte emperyalizmin 27 Mayıs’a olan pozitif bakışı ve örtük desteği, DP iktidarına karşı “özgürlük, demokrasi ve laiklik” üzerinden karşı çıkan emekçi kesimlerin doğrudan emperyalizmden medet umdukları anlamına gelmemektedir. Buradaki temel sorun noktası Türkiye burjuvazisinin ve orta sınıfların süreç üzerinde yarattığı etki ve emperyalizme dönük edilen bağlılık yemininin “DP diktatörlüğü”nün devrilmesinin yarattığı politik ortamın içinde eritilmesidir. 27 Mayısçılığın bileşkesinde yer alan olgular kabaca bu şekilde tarif edilebilir.
Devamındaki on yılda ise gerek sınıf hareketinin yükselişi gerek anti-emperyalist gençlik hareketinin siyasal ve toplumsal bir karakter kazanması gerekse sol, sosyalist hareketin zirve yapması ise sermaye diktatörlüğünün ve emperyalizmin gerçek saldırgan yüzünü ortaya çıkartmış ve sırasıyla 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri yaşanmıştır.
27 Mayıs bütün kötülüklerin anası mı?
Türkiye’nin tarihini darbeler ve/veya askeri müdahalelerin tarihi ile şekillendirmeye çalışan anlayışın kökeninde liberalizm olduğu biliniyor. Darbeler aracılığı ile kurulan asker vesayeti rejimlerine karşı mücadelenin sınıf mücadelelerinden soyutlanması, işin emperyalist sistem ile ilgili boyutlarının yok sayılması tam da bu anlayışın ürünü.
Bu düşüncenin devamı olarak, günümüzde daha da yaygın bir şekilde olmak üzere 27 Mayıs’ın Türkiye’deki bütün darbelerin kalkış noktası ve kötülüklerin anası olduğuna dair olan bakış daha da yaygınlaşıyor. Şu ana 27 Mayıs’ın gelişim dinamikleri ve çeşitli sonuçlarına dair ifade etmeye çalıştıklarımızı tamamen yok sayan bu bakışa göre 27 Mayıs’la başlayan darbeler silsilesi 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz ile devam ediyor. 27 Mayıs’ı bu bağlamda hedef tahtasına yerleştirerek Türkiye kapitalizminin gelişim dinamiklerini, ülkemizdeki sınıf mücadelelerini ve sınıfsal öznelerin pozisyonlarını dışarıda bırakan bu anlayışın tipik temsilciliğini başta liberaller ve İslamcılar yapıyor. Bunun destekçiliğine ise liberalizme teşne sol kesimler, sosyal demokratlar, Kürt siyasi hareketi ve oldukça trajikomik bir biçimde 27 Mayıs bildirisini okuyan Alparslan Türkeş’in kurduğu MHP yapıyor.
27 Mayıs’ı ülkemizde yaşanan bütün darbelerin kökenindeki temel olgu olarak göstermek büyük bir yanıltma ya da yanılsama. Hele ki bunu özellikle 12 Eylül’ün çocuğu olarak çıkanların gündeme getirmesi ise büyük bir ahlaksızlık olarak görülmeli.
Marksistler açısından 27 Mayıs’ın üzerinde yükseldiği nedenler ve ortaya çıkan sonuçlar açıklanabilir olgulardır. Ufku sosyalizme doğru varmayan 27 Mayıs’ın ortaya çıkardığı sonuçlar ise çok ilginç bir şekilde sosyalizme ve işçi sınıfının iktidar mücadelesine doğru yol alınmasını sağlamıştır. Bu açılan yolunsa yarım kalan Kemalist devrimin tamamlanma dinamiklerinden ziyade işçi sınıfının ve sosyalizmin kendi yolunu açma çabalarının ürünü olduğu mutlaka bu noktada söylenmelidir. Kendini 27 Mayıs müdahalesinin üzerinden kurmaya çalışan solculuğun varabileceği yol demokratik devrimciliğin sularından başka bir yöne işaret edemiyor. Darbe karşıtlığı üzerinden kendini mutlak anlamda 27 Mayıs karşıtı ilan edenlerin ise bugün varacakları noktanın karşı devrimci siyasal İslam’ın ve liberalizmin kucağı olduğu çok açık olsa gerek. Güncel olarak kavgalı gibi görünen iki öznenin (İslamcılar ve liberaller) ve tarihsel olarak kavgalı gibi görünen iki öznenin (liberaller ile milliyetçiler) önemli gün ve haftalar kapsamında nasıl yan yana geldiklerini göstermesi açısından 27 Mayıs vesilesiyle ortaya çıkan tablo oldukça manidar. Ve aynı zamanda bir öze dönüş anlamına da geliyor. Hatırlarsınız, Demokrat Parti liberalizmin en has temsilcisiydi. Ek olarak, hele ki bir de ülkemizde liberalizmin tahakkümünden çıkamayan sol kesimler, Kürt hareketi ve CHP’nin bu yan yana gelişin parçası olması ise evlere şenlik bir durum.
Bitirmeden önce 15 Temmuz vesilesiyle bir parantezi açmak gerekiyor. 15 Temmuz Amerikancı FETÖ darbe girişimi ile 27 Mayıs’ı eşitleme çabası da son tahlilde yukarıda ifade etmeye çalıştığımız liberal tarih tezinin bir uzantısı olarak gündeme geliyor. Bu durumu AKP iktidarının sonuna kadar istismar etmeye çalışacağı ve “askeri vesayet”e karşıtlık üzerinden liberalizm-FETÖ-AKP üçlüsünün ülkemizi getirdiği noktayı perdelemeye çalışacağı ayrı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Tüm kanatlarıyla 12 Eylül’ün çocuğu olarak Türkiye siyaset sahnesinde yükselişe geçen ve yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen siyasal İslamcı/Amerikancı güçlerin 15 Temmuz’da birbirleriyle kapışmalarının sonucu olarak ortaya çıkan darbe girişimi ile 27 Mayıs’ı eşitlemeye çalışmak işin biçimsel yönü dışında hiçbir anlam taşımıyor. Hatta 15 Temmuz darbecilerinin kendilerini “Yurtta Sulh Konseyi” adı altında 27 Mayıs referanslı gibi göstermeye çalışarak sonrasında TBMM’yi bombalamayı düşünecek kadar bu yurtla ilgilerinin olmadığının ortaya çıkması bu biçimselliğin bile ne kadar gerçek olduğunu göstermesi açısından manidar. O yüzden bugün “27 Mayıs karşıtlığı” bağlamında AKP iktidarı ile FETÖ’nün aynı çizgide olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Sonuç olarak, tüm bu değerlendirmelerle birlikte çok açık ki, 27 Mayıs işçi sınıfının iktidar mücadelesi ya da sosyalizm için atılmış bir adım değildi. Biz bugünden bakarak umarsız bir 27 Mayıs destekçiliğinden ziyade, 27 Mayıs ile birlikte açılan ortamda neleri yapıp yapamadığımızı değerlendirerek ve geleceğimize ışık tutmaya çalışarak doğru bir yaklaşım geliştirebiliriz. Ülkemizde sola ve işçi sınıfına karşı yapılan faşist darbeler ile 27 Mayıs’ı eşitlemek liberallerin ve gericilerin işi. Bizim 27 Mayıs ile böyle bir hesabımız bulunmuyor.