27 Mayıs: Düzenin “ileri” adımı
31-05-2020 08:3327 Mayıs'a düzen içi bir müdahalenin sınırları açısından bakıldığında ‘’ileri’’ bir hamle denilebilir. Ancak tarihsel ilerleme ve sınıf mücadelesinin sınırlarının, düzen sınırlarının çok daha ötesinde olduğu gerçeği de unutulmamalıdır.
Hakan Yerlikaya
27 Mayıs, gerçekleştiği dönemden günümüze kadar sağın ve özelde AKP’nin mağduriyet ve hamaset siyasetinde tersyüz edip sıkça gündeme getirdiği bir tartışma başlığı olmaya devam ediyor.
Tartışma solu da kapsayan bir biçimde “darbe mi ihtilal mi, vesayetçi/statükocu muydu, ilerici-sınıfsal bir programı var mıydı, müdahalenin örgütleyicileriyle emekçi halkın organik bir bağı bulunuyor muydu, halk desteği ne ölçüdeydi vb. soruların ortaya atıldığı eksenlerde yürütülüyor.
Bu soruların yanıtlarını da bulmak adına 27 Mayıs’a mercek tutup, müdahalenin öncesindeki siyasi, ekonomik, toplumsal ve uluslararası gelişmelere bakılmalı, politik sonuçlarıyla ele alınmalıdır.
1946-60 Burjuvazinin siyasi-toplumsal kriz dönemi
Askeri darbeler/müdahaleler, bir dizi siyasi, ekonomik ve toplumsal kriz başlığının düzenin yönetme kabiliyetini zorlayan sınırlara dayanmasıyla ortaya çıkar.
Müdahalenin zeminini ise daha çok iki faktörün öne çıkması belirler.
Birincisi ekonomi başta olmak üzere ortaya çıkan kriz başlıklarına güçlü bir işçi sınıfı hareketinin eşlik etmesi, bu hareketin sosyalist hareketle buluşarak toplumsallaşması ve sömürü düzenini tehdit etmesidir.
İkincisi ise sermaye düzeninin siyasi krizlerinin üst yapı kurumlarında (siyasi bürokrasi, ordu, akademi, yargı gibi) ortaya çıkardığı tıkanmalardır.
27 Mayısı olgunlaştıran dönem, ikinci faktörün baskın olduğu bir dönemdir. Dönemin başlangıcı II. Dünya savaşının hemen sonrasına denk gelen ve Türkiye kapitalizminin savaş sonrası oluşan ‘’yeni’’ denkleme entegrasyon sürecinin de başlangıcıdır. Bu sürecin başında Türkiye siyaseti açısından en önemli adım çok partili sisteme geçiş olmuştur.
Çok partili sisteme geçiş, 7 Ocak 1946’da DP’nin (Demokrat Parti) kurulmasıyla başlar. Hatta Mayıs 1946’da TSP (Türkiye Sosyalist Partisi) ve Haziran 1946’da TSEKP (Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi) de kurulur. Her iki parti de 16 Aralık 1946’da İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığınca kapatılır ve yöneticileri tutuklanır.
DP’nin kuruluşundan sonra 21 Temmuz 1946 ’da gerçekleşen genel seçimlerde CHP galip gelir. 7 Eylül kararlarıyla ekonomi politikalarında piyasacı-liberal bir eksenin ağırlığı artar. 14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde DP mecliste %85’lik bir egemenlik kurarak tek başına iktidar, CHP ise muhalefet partisi haline gelir. DP Genel başkanı Celal Bayar Cumhurbaşkanı olurken, Adnan Menderes ise DP Genel başkanı ve Başbakan olur.
1950’den 1960’a kadar, piyasalaşmanın ortaya çıkardığı ekonomik sorunlar ve emperyalist kurumlar üzerinden gerçekleştirilen dış borçlanmanın yarattığı bağımlılık derinleşir. Bu durumun politik alana yansımasıyla siyasi krizler yoğunlaşmaya, baskı artmaya başlar.
1951’de TKP tevkifatı ve komünistlere karşı baskı yoğunlaşır, 1952’de ABD çıkarları ve NATO’ya girmek için Kore’ye asker gönderilir, 6-7 Eylül provokasyonu ve saldırıları gerçekleşir, Nazım Hikmet vatandaşlıktan çıkarılır, Köy enstitüleri ve Halkevleri kapatılır, basına dönük sansür artar.
1957’deki genel seçimlerde DP’nin oylarında büyük düşüş olur. CHP’nin yeniden güçlenmesiyle DP otoriterleşme ve dinselleşme dozunu giderek arttırır. Gericiler siyasi iktidar desteğiyle palazlanır. Düzen siyasetinin giderek kızıştığı, gelişen muhalefete ve CHP’ye karşı baskının arttığı görülür. Öyle ki Anadolu’nun bazı yerleşimlerinde CHP siyasi çalışma yapmakta zorlanır İsmet İnönü ise fiili saldırılara maruz kalır.
Uzun yıllar süren CHP iktidarı sonrasında Silahlı Kuvvetler’in DP’den beklentileri özellikle iktidarın 2.döneminde yerini hayal kırıklığına bırakmış, ordu hiyerarşisine dönük atılan adımlar ve bazı söylemler bu hayal kırıklıklarının tepkiye dönüşme zeminini hazırlamıştır. DP iktidarına karşı ordu içerisinde 1956’dan sonra birbirinden bağımsız bazı örgütlenmeler ortaya çıkmaya başlar.
1958’de ekonomik buhran giderek derinleşirken, emperyalizm açısından asıl ‘’tehlike’’ içine girdiği bu kriz sarmalında iç dinamiklerin de etkisiyle Türkiye kapitalizmi ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerde yeni zeminlerin ortaya çıkma potansiyelidir. ABD’nin önemli bir müttefik olan Türkiye’de özellikle ordu içindeki rahatsızlıkların çeşitli örgütlenmelere dönüştüğü konusunda bihaber olmadığı düşüncesi yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. ”Büyük abi” tüm gelişmeleri yakından izlemektedir.
Ordu içindeki örgütlenmeler, 1959 sonunda planlanan müdahaleye liderlik edecek komutanını bulmuş ve 3. Ordu komutanı Org. Cemal Gürsel bu örgütlenmelerin başına geçmiştir.
Siyasi krizlerin yoğunlaştığı ortamda 18 Nisan 1960’ta DP tarafından kurulan Tahkikat komisyonu ise muhalefete dönük bir baskı aracı olarak kullanılır. Tahkikat komisyonu eliyle muhalifler tutuklanır ve 5’ten fazla kişinin yan yana yürümesi bile yasaklanır.
Siyasetin şiddetlendiği 1960’ın ilk aylarında öğrenci hareketleri de kendini göstermeye başlar. 28 Nisan 1960’ta İstanbul Üniversitesi Beyazıt kampüsünde DP iktidarına karşı düzenlenen gösteride ilerici üniversite öğrencisi Turan Emeksiz polis kurşunuyla öldürülür. Bu olaydan sonra Cumhuriyet tarihinin ilk ve en büyük öğrenci protestoları gerçekleşir. Ankara’da öğrenciler, 555 K (5. ayın 5’inde saat 5’te Kızılay’da) parolasıyla Kızılay’da toplanmak için harekete geçmiştir. Kızılay da gerçekleşen gösterilerin arasında kalan Adnan Menderes, eylemci gençlere ‘’Ne istiyorsunuz? diye bağırır, öğrenciler ise ‘’Hürriyet istiyoruz’’ yanıtını verip kendisini tartaklar.
DP’nin siyasi ve ekonomik krizlerle birlikte giderek otoriterleşmesi karşısında toplumsal muhalefetin yansıması daha çok öğrenci hareketi, akademi ve orduda cisimleşmeye başlamıştır.
21 Mayıs’ta Harbiyeliler Kızılay’da yürüyüş gerçekleştirirken, 25 Mayıs’ta Eskişehir Havalimanında karşılama kıtasındaki subaylar Adnan Menderes’e sırtını dönmüştür. Bundan sonraysa beklenen gerçekleşir ve ordunun 27 Mayıs’ta harekete geçmesiyle DP iktidarına son verilir. Radyodan darbe bildirisini okuyan kişi ‘’Demokrasi ve özgürlük adasında’’ AKP ve MHP’nin darbe karşıtı ilan ettiği Albay Alparslan Türkeş’tir.
Türkeş’in okuduğu bildiride: “Müttefiklerimize, komşularımıza ve bütün dünyaya hitap ediyoruz. Gayemiz, Birleşmiş Milletler Anayasası’na ve insan hakları prensiplerine tamamen riayettir. Büyük Atatürk’ün ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ prensibi bayrağımızdır. Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. Düşüncemiz ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’tur.” denmektedir.
CHP ile başlayıp DP ile devam eden emperyalizme bağlılık, müdahaleye öncülük eden subayların süreklilik vurgusunda da öne çıkar. Dolayısıyla Ordu’nun bağımsızlıkçı bir yönelimi olmayacağı darbenin daha ilk anlarında ”Büyük abiye” garanti edilir.
Müdahaleyle kurulan 38 kişilik MBK (Milli Birlik Komitesi) ilk iş, Anayasa ve TBMM’yi feshedip siyasi partilerin faaliyetlerini askıya alır. MBK içindeki 14 subay daha sonra tasfiye edilecektir. Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan gibi birçok DP’li tutuklanır. Celal Bayar hariç diğer üç isim 16-17 Eylül 1961’de idam edilir.
27 Mayıs: Müdahalenin sınıfsal karakteri
27 Mayısçıların oluşturduğu Kurucu Meclis, Dışişleri Bakanlığına Amerikancı kimliğiyle tanınan Selim Sarper’i getirir. Sarper 1945 CHP iktidarı döneminde Moskova Büyükelçiliği görevi yürütmüştür.
The New York Times gazetesinde 5 Haziran 1960’ta A.H. Sulzberger imzasıyla yayınlanan yazıda Selim Sarper’den övgüyle bahsedilir: “Selim Sarper, gerek NATO’nun, gerekse ABD’nin eski bir dostudur… Dışişleri Bakanlığı’na Sarper’in getirilmesi Türkiye’de darbenin, Pakistan’dakinin benzeri, Mısır, Irak ve Küba’dakinin karşıtı olduğunu göstermiştir.’’
Gazete 28 Mayıs 1960’ta yayınladığı ve yine A.H. Sulzberger’in imzasını taşıyan başyazısında, yeni rejimin iç ve dış politikaya ilişkin açıklamalarını çok rahatlatıcı bulduğunu belirterek yeni yönetime açtığı krediyi anlatır: “Güçlü komünizm karşıtı tutumunu sürdürecek olan yeni yönetim NATO ve CENTO’ya bağlı olduğunu ilan etmiştir. Ayrıca diktatörlük kurma hevesinde olmadıklarını ve en kısa zamanda özgür seçimlerin yapılacağını belirtmişlerdir. Yeni rejimin bu sözünü tutacağı umut edilir. Eğer böyle olursa, hür dünyanın bir parçası olarak Türkiye, içinde bulunduğu karışık durumdan kurtulma ve parlak bir geleceğe yönelme şansına sahiptir.”
Askeri müdahalenin başta ABD olmak üzere emperyalizmin beklentileri açısından da karşılık bulduğu yukarıdaki alıntılarda açıkça görülebilir. Öte yandan Türkiye sermaye sınıfının iç dengelerindeki değişimle büyük sanayi burjuvazisinin önü daha fazla açılır.1960’ta Devlet Planlama Teşkilatının kurulmasıyla uygulamaya konulan kalkınma planları sayesinde sanayi burjuvazisinin giderek güç kazandığı görülür.
En başa dönecek olursak, 27 Mayıs müdahalesinin ideolojik-politik sonuçlarına bakıldığında sınıfsal karakterini ortaya koyacak soruların cevapları şimdi daha rahat verilebilir;
27 Mayısçıların ekonomik, askeri ve siyasi bağlamda düzen değişikliğini ve emperyalizmden bağımsızlaşmayı önüne koyan bir programa sahip olmadığı nettir. Müdahaleyle sermayenin iç çelişkileri hafifletilmiş, düzenin yaşadığı tıkanma aşılmış ve egemen sınıfın kendi iç dengeleriyle siyasal üstyapının uyumu sağlanmıştır. Aynı zamanda yaşanan tıkanmayı hangi düzen gücünün çözeceği de yanıtını bulmuştur. Ordu, Türkiye kapitalizminin emperyalist-kapitalist dünyadaki yeri ve bu kamp içindeki işlevi açısından siyasi-toplumsal krizi çözmek adına ‘’öne’’ çıkmıştır.
1961 Anayasası ise uluslararası gelişmeler ve ülkenin iç dinamikleri gözetilerek hazırlanmıştır. Anayasada ki sendikal örgütlenme, dernek ve sendika kurma, grevli toplusözleşme teminatları gibi hükümler aynı zamanda bir mücadele başlığı olarak işçi sınıfının ve sendikaların güçlenmesini sağlamış, sosyalist hareketin örgütlülük düzeyini geliştirmiştir.
Sınıf hareketindeki gelişimi gören Türkiye kapitalizmi, anayasanın ”sıkıntılı” yanlarını görmüş ve mevcut haliyle düzene bol geldiği fikri netleşmiştir. 61 Anayasasının solun politik yükselişine zemin yaratmış olduğu gerçeği, 27 Mayısçıların ve devamında kurulan hükümetin “kapitalist vesayet ya da statükonun” sürekliliğinden yana olduğu gerçeğini ise değiştirmiyor.
Son olarak bu sürecin öznesi olanlarla emekçi halk arasındaki ilişkiye bakalım…
27 Mayıs’a giden süreçte büyük kentlerdeki sivil halk muhalefetinin daha çok kentli orta sınıf kimliği taşıdığı bilinmelidir. Bu orta sınıfla beraber öğrenci ve aydın kesimlerin öne çıktığı muhalefet rüzgârı 27 Mayısçıların arkasına aldıkları en önemli meşruiyet kaynağı olmuştur. Zaten kendilerine, sınıfsal bağlamda emekçi ve sol karakterli bir kitle tabanıyla ilişki kurma, taleplerinin temsilcisi ve sürdürücüsü olma gibi bir görev de biçmemişlerdir. Hatta böyle bir ilişki zemininin oluşmasından özellikle kaçınmışlardır.
27 Mayıs ve hemen sonrasındaki siyasi tabloyu, müdahalenin halk desteği veya halk üzerindeki etkisini göstermesi bakımından bir parametrenin paylaşılması faydalı olacak. 1961’de kurulan ve siyaseten DP’nin devamcısı olan Adalet Partisi (AP) 15 Ekim 1961’de yapılan genel seçimlere girer. Bu seçimde CHP % 36,7 oy alırken AP %34,8 oy alır. Bu sonuçlar, DP yanlısı sağ siyasetin kitle tabanında büyük bir geri çekilme olmadığını göstermesi bakımından önemlidir. Nitekim sağın AP’de cisimleşen temsiliyetiyle kısa sürede CHP-AP koalisyon hükümeti kurulur.
Sol açısından siyasi bir dizi pozitif gelişmenin kısa süreliğine de olsa önünü açan bu döneme, sınıfsal bir projeksiyon tutulmadan sağlıklı bir analiz yapılması mümkün değil. 27 Mayıs’a düzen içi bir müdahalenin sınırları açısından bakıldığında ‘’ileri’’ bir hamle denilebilir. Ancak tarihsel ilerleme ve sınıf mücadelesinin sınırlarının, düzen sınırlarının çok daha ötesinde olduğu gerçeği de unutulmamalıdır.