Adil düzen mi, faiz düzeni mi?
27-07-2020 00:55Retorikten gerçeğe İslamcı ekonomi: Adil düzen mi, faiz düzeni mi?
Gökmen Kılıç
İslamcı ideoloji kendisini kapitalizme ve sosyalizme alternatif üçüncü bir yol olarak tanımlıyor. Bu tanımlama siyaset alanında olduğu gibi ekonomi alanında da kendisini ayrıştıracak kimi ögeleri ve çıkarımları içeriyor. İslamcılık “Batı kapitalizminden” temelden farklı olduğunu iddia ettiği “İslam ekonomisi” tanımlamasıyla kendisine özgün bir yer açma gayreti içerisinde.
Emek, sermaye ve toplumsal üretim ilişkileri söz konusu olduğunda Marksizm bir turnusol kâğıdı işlevini görerek, siyasal alandaki saflaşmayı belirleyen ve onu sadeleştiren bir işleve sahip. Oysa İslamcı ideoloji, kendisini bu alandan tamamen soyutlayarak, kurmak istedikleri ekonomik sistemin kendine has temel özellikleri olduğu iddiasıyla hareket ediyor. İslamcı retorik bu haliyle, darboğazdan bir türlü kurtulamayan kapitalizmden kendisini bir şekilde farklılaştırmanın peşinde.
İslamcı Ekonominin Temelleri ve Gelişimi
İslamcı ekonomi kavramı ilk olarak 20. yüzyılda ortaya çıktı. O zamana kadar geleneksel İslamcı ekonomi, geçmiş üretim biçimlerinin bir yansıması olarak dar sınırlar içerisinde varlığını sürdürmekteydi. Mülkiyet, miras ve ticaret hukuku, ağırlık olarak Arap geleneği ve İslami şeriatın bir sentezi olarak gelişmekteydi. Hatta birçok İslam ulemasının gelenekselci yorumları ekonomik alanda “satma ve satın alma” ilişkilerini yorumlamaktan öteye geçemiyordu. Üretici güçlerin gelişimi ve kapitalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte, köleci ya da feodal unsurlara dayalı İslam hukukunun yerine daha sistemli bir ekonomik altyapı hukuku oluşturulmaya başlandı.
İslamcılara göre bu yeni bir ekonomik yapıydı ve 20. yüzyıldaki emsalleri olan Batı kaynaklı kapitalizm ve sosyalizm örneklerinden temelden ayrılan unsurları içinde barındırıyordu. 20. yüzyılla birlikte Siyasal İslam’ın ortaya çıkması, ekonomik alanda da İslamcı bir yorumu beraberinde getirdi. Özellikle Mısır, Suudi Arabistan ve Pakistan örnekleriyle başlayan “İslam ekonomisi” Müslüman coğrafyalarda bir model olarak uygulandı. Bu ekonomik sistem retorik olarak, kapitalizmden soyutlanmış bir alanı tarif ediyordu: Roma hukuku yerine İslam hukuku, Batı ekonomisi yerine İslam ekonomisi karşı karşıya getirilmişti.
Oysa İslamcı ekonomi, İslamcı sermayeden bağımsız bir gelişim göstermiyordu. İslamcı ekonominin temellerini anlamak için, öncelikle İslamcı sermayenin ve onun finansal birikiminin oluşum sürecini incelemek bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor. Nasıl ki İslamcı ekonomi İslamcı sermayeden ayrı düşünülmüyorsa, İslamcı sermaye de dünya kapitalizminden ayrı düşünülmemelidir.
İslamcı ekonomi, muhafazakâr sermaye çevrelerinin dünya kapitalizmine açılma çabalarının bir formülü olarak düşünülmelidir. Bu tipte bir ekonomi, İslam’a ve şerri hükümlere aykırı davranmadan (ya da etrafından dolanan) sermayenin dünya pazarına entegrasyonunu hedeflemektedir. Doğal olarak oluşturulan ekonomik yapı, aynı diğer kapitalist örneklerdeki gibi çoğunlukla doğrudan özel sermayenin elinde yoğunlaşmaktadır. İslamcı ekonominin bu hali bile emek, sermaye, sömürü başlıklarını kapsaması bakımından kapitalist dünyadan ayrı değerlendirilemez.
Tüm bunlara rağmen İslamcılık, ekonomik alana dair farklı ideolojik referanslarla hareket ettiğini söyleyerek, yeni bir anlayış geliştirdiğini iddia etmektedir.
“Hâlbuki İslam’ın getirdiği iktisadi perspektif, Medine’de İslam devletinin kuruluşundan başlayarak bugüne kadar gelmiş İslam toplumuna uygulanmış, iktisadi olaylar akıntısı içinde yerleşerek belli başlı bir iktisadi strüktür (yapı, temel) doğurmuştur.”[i]
“Ahlak ve dinle ekonominin ilgisini henüz tam bir ölçüye bağlayamamış olan ve birçok önemli buhranların ve kapitalizm – komünizm ikilisinin kaynağı bu noktada bulunan Batı’nın gözü önünde İslam prensipleri kurtarıcı birer semboller halinde durmaktadır…”[ii]
İslamcı düşünür ve siyasetçi Sezai Karakoç’a göre İslam ekonomisi en başından diğer örneklerden kendisini ayırmaktadır. Bunun yanında kapitalist ekonomide yeri olmayan ahlak, İslam toplumunu ve onun ekonomik yapısını belirleyen önemli bir etkendir.
Bu sübjektif değerlendirme yalnızca ekonomi için değil, diğer tüm süreçler için de genişletilebilir. Ahlak, erdem gibi soyut ve etik değerlerin, ekonomik alanı belirlemesi kuşkusuz bilimdışı bir değerlendirmedir. Ahlakın İslam ekonomisinin ayrılmaz bir parçasının haline nasıl geleceği ise yanıtlanmayı bekleyen başka bir sorudur. Bu yaklaşım, kötü örnekler gösterildiğinde “gerçek İslam bu değil” gibi bir kolaycılıkla yanıtlanabilecek durumdadır ve dolayısıyla konumuz dışında tutulmalıdır.
Siyasal İslam’ın İflası kitabının yazarı Olivier Roy, İslami ekonomiyi şöyle tanımlıyor: “İslami ekonomi de, tıpkı İslami siyaset gibi, Batı’dan ödünç alınan bir ana kalıbın, ahlaki bir antropoloji üzerinde temellendirilmiş hukuki bir terminoloji tarafından doldurulmasından başka bir şey değildir.”[iii]
Buradan hareketle, İslamcı düşünürlerin yüzeysel iddialarıyla, uygulamadaki gerçekliklerin arasında ciddi bir açı olduğunu görmemiz gerekiyor. Bu bahiste ne ideal bir İslam toplumundan ne de onun refah sağlamış ekonomik bir sisteminden söz edilmesi mümkün değildir. Ortada ambalajı ihtiyaca göre hazırlanan ancak içeriği aynı olan bir ekonomik yapı bulunuyor.
İslamcı Ekonomi: Mülkiyet, emek sömürüsü ve faiz
İslamcı ekonomi olarak tanımlanan ekonomik yapının gerçek temelleri ise kapitalist dünyanınkiyle aynı. Öncelikle tarihsel süreç içerisinde ele alırsak, ilk olarak Mısır’da El Benna liderliğindeki Müslüman Kardeşler’in 1938’de kurduğu “İslami İşletmeler Şirketi”nin (Şirket el-Muamelat el-İslamiye) bir “kâr paylaşımı şirketi” olarak faaliyete başladığını görüyoruz. 1966 yılında Mısır’da kurulan ilk İslami banka ise 70’lerde kurulacak olan diğer büyük İslami bankalarına örnek teşkil etti. 1975 yılında kurulan; Dubai İslamic Bank, Faysal İslami Bank, Kuveyt Finance, El Takva İslamic Bank, kendi ulusal sınırlarını çoktan aşan bir sermaye birikimine hükmediyorlardı. İslamcı sermayenin temelini oluşturan petrol gelirleri, bankacılık sistemi eliyle 80’li yıllarda hızla gelişmeye devam etti. Al Baraka’nın 1983 yılında Kophenag’da oluşturdukları İslamic Banking System gibi finans kuruluşları Suudi, Kuveytli ve Pakistanlı sermaye guruplarının para operasyonlarının temelini oluşturuyordu. Al Baraka’nın yöneticilerinden olan Sudanlı Ticani Ebu Ceder’in ise Müslüman Kardeşler’le doğrudan ilişkili bir isim olarak göze çarptığını söylemeliyiz.
Başka bir örnek ise İran üzerinden verilebilir. İran’ın sermaye birikimi genellikle devlet aygıtı eliyle, kimi zaman bankalar kimi zaman ise kurulan vakıflar üzerinden işletildi. İmam Rıza’nın mezarının bağlı bulunduğu Astân-ı Kuds Vakfı ya da Yoksullar Vakfı, Şehitler Vakfı gibi örnekler, hayır işlerini yürüten vakıflardan öte büyük holdingler gibi işletildi ve gelir transferi için kullanıldı. İran bankacılık sisteminin bağlı bulunduğu “İslami Ekonomi Örgütü” ise kredi ve yüksek faiz geliri sağlamak amacıyla oluşturulmuş bir kuruluş. Bu finansal yapılar “şirketlerin kârlarına katılma” adı altında %25 ile %50 oranında değişen faizlerle kredi sağlayarak ilerlediler.
Gerek Sünni yönetimlerin olduğu Pakistan, Suudi Arabistan, Mısır gibi ülkeler gerekse Şii ağırlıktaki İran modeli, para transferi ve sermayenin dolaşımını esas alan benzer yöntemler izlediler.
İslami bankacılık sistemlerinin alametifarikası olarak sunulan “faizsiz kazanç” söylemi ise adından öteye bir anlam hiç taşımadı. İslamiyet’te faizin haksız kazanç sağladığı gerekçesiyle haram ilan edildiği için “kâr ortaklığı” kavramını icat eden İslamcı iktisatçılar, kavramların adlarını değiştirerek aslında aynı mali, ekonomik sistemi sürdürdüler. İslami bankalardan alınan sözde faizsiz paralardan faiz yerine vergi adı altında kesintiler yapılmaktadır. Vadeli yatırım mevduatında ise kâr payı sistemi uygulanmaktadır. Kısacası, faizin alınış biçimi ve adı değiştirilerek adına vergi ya da kâr payı denilmektedir. Bu sebeple, İslami kimliğe sahip ekonomik sistemler, kapitalizmden ayrışan ve kendilerine özgü bir sisteme hiçbir zaman sahip olmadılar.
İslamcı retorik ve gerçekler
Şu ana kadar anlatmaya çalıştığımız İslamcı ekonomik yapı, özü itibariyle kapitalist bir işleyişten öteye bizi götürmemektedir. İslamcı retoriğin “adil düzen” söylemi ise faizin, sömürünün, emek-sermaye çelişkisinin olduğu bir sistemde mümkün görünmüyor.
İslamcı ideoloji şimdiye kadarki pratiği ile eşitlikçi bir düzeni savunmadığı gibi, düşünsel anlamda dahi bundan çok uzak bir noktada bulunuyor.
İslam’da mülkiyet hakkı ve zenginlik korunmaktadır. Özel mülkiyetin olduğu bir ekonomik sistemde eşitlikten söz edilemez. Tanrının insanların kullanımı için verdiği bir hak olarak görülen mülkiyetin, miras ile devredilmesi nasıl açıklanabilir? İslamcı anlayış, insan hayatını sınırlarken sermaye birikimini miras yoluyla ebedi kılmaktadır.
Faizin haram kılınması söylemi, bugün kendisini dini referanslarla yöneten hiçbir ülkede bir gerçekliğe oturmamaktadır. Faiz, sermayedarın bir kazancı olarak varlığını her koşulda sürdürmektedir. Kâr payı ya da vergilendirme adı altında bütün İslami kuruluşlar faizi dolaylı olarak işletmektedirler.
Sermayenin hiçbir unsurunun ahlak ve etik değerler ile yönetilmesi, hizaya getirilmesi ya da toplumsal fayda için kullanılması söz konusu değildir. Geçmişte ya da günümüzde, İslamcı geleneğin hiçbir döneminde bunun en ufak bir örneğini görmemiz mümkün değildir.
İslamcı iktisatçı ve düşünürler, “İslam, yaşadığımız hayatı ebediliğe göre ayarlar. Ekonomi, bu hayatın çerçevesini doğrudan doğruya aşma durumunda değildir”[iv] derken, dünyevi kapitalizm sömürüsünü ruhani ve ebedi bir kapitalizm sömürüsüne dönüştürmektedirler. Ebedi sömürünün, faizin düzenin adı bu haliyle İslamcı ekonominin kendisi olmuştur.
[i] İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, Sezai Karakoç. Sayfa 8, Diriliş Yayınları. Üçüncü Basım, 1976
[ii] İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, Sezai Karakoç. Sayfa 11, Diriliş Yayınları. Üçüncü Basım, 1976
[iii] Siyasal İslam’ın İflası, Olivier Roy. Sayfa 194, Metis Yayınları. Birinci Basım, 1994
[iv] İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, Sezai Karakoç. Sayfa 15, Diriliş Yayınları. Üçüncü Basım, 1976