Prof. Dr. İzzettin Önder
1. Giriş: Avrupa’daki Gelişmeler
Dinler insanlık tarihinin her aşamasında insanların psikolojilerinde ve toplumların örgütlenme ve yönetim felsefe ve ideolojisinin oluşumunda önemli yer tutmuştur.[1] Siyaset tarihinde materyalist felsefeye geçişte üretim sürecinin oluşturduğu alt-yapı ile toplumların yönetimsel üst-yapılarını oluşturan politik süreçler arasında ahengin sağlanmasında felsefi, ahlaki, hukukî ve dinî görüşler gibi soyut ve simgesel görüş ve oluş(turul)muş düşünce sistemleri yer alır. Söz konusu düşünce ve inanç sistemleri o derece etkilidir ki, Hegel’den süzülerek Marks’ta da yabancılaşma kavaramı bağlamında karşımıza çıkar:[2]
Feodalizmden sonra dahi, ondokuzuncu yüzyılda çok önemli bazı iktisatçıların teoloji bağlantıları ve inançları olduğunu görürüz. Bunların içinde en önemlisi, piyasa sistemini evrenin muntazam ve şaşmayan hareketlerine analojik görerek müdahale edilmemesi gerektiğini ileri süren John Bates Clark’tır. Clark 1899 yılında yayınlamış olduğu Distribution of Wealth başlıklı kitabında teolojik görüşlerin başat olduğu bir yaklaşımla iktisat kurallarını oluşturmaya çalışmıştır.[3] Clark’ın şu ifadesi de teolojinin dönemin öğretisindeki yeri hakkında fikir vermektedir: “Gerçek anlamda demokrasinin -teokratik demokrasinin, yani dinin yüksek emirlerine uygun demokrasinin- gerçekleştirilmesi için engellerin (monopoller) kaldırılması ve doğal güçlerin (rekabet) devreye alınmasını gerekir.”[4] Teolojinin dönemin iktisatçılarının görüşlerinde harmanlanması salt Clark ile de sınırlı değildir, Malthus tarafından iktisat ile Hristiyan teoloji arasında kurulan ilişki tünelinden başka birçok teorik iktisatçı da geçmiştir. Bunların arasında 1844-1927 yıllarında yaşamış inançlı bir Puritan olan ve iktisat bilgisi ile teolojiyi inançla yoğuran Philip Henry Wicksteed, kısa süre öğretim üyeliği yaptıktan sonra Dublin bölgesinde din görevlisi olarak göreve başlayan çok ünlü iktisatçılardandır. Ancak John Bates Clark başta olmak üzere, diğer ünlü isimler de inançları doğrultusunda yürürken kesinlikle bilim dünyasındaki gelişmelerden ve buluşlardan haber olup etkilenmişlerdir. O kadar ki, Tanrısal programın kapitalizmin çalışma sisteminde yansıdığını ileri sürecek düzeye kadar gelmiş olan Clark, olgunluk döneminde içinde geliştiği dinsel kültürü alt-üst edecek beyanlarda da bulunuştur.[5]1930’larda Walter Eucken ve Franz Böhm tarafından başlatılan ORDO Liberalizm akımı da benzer yaklaşımla Almanya’da oluşturulmuş, teolojik yaklaşımları dışlamayan, fakat kısmen laik bir yaklaşımla tüm inanç ve düşünce sahiplerini kucaklayan bir tarihsel deneyimdir. Tüm sayılan iktisatçılar ve ORDO liberalizm içinde yer alan düşünür ve yöneticilerin birleştikleri önemli nokta, farklı şiddette olmakla beraber, sosyalizme uzak olup, özde kapitalizmi benimsemiş olmalarıdır. Hatta ORDO liberalizm içinde yer alan Wilhelm Röpke, Hitler baskısından Türkiye’ye sığınan iktisatçılardan olup, günümüzün neo-liberal akımının başlatıcı çalışma gurubu olan Walter Lippmann Kolokyumu’ nda görev alanlar arasında sayılmaktadır.[6]
Kapitalist sistemin oturtulmasında Hristiyanlığın yanında Puritanizm’in çok etkili olmasına rağmen 1821 yılında kurulan Politik İktisat Kulübü teolojik görüşün pozitif görüşten ayrışmasında önemli işlev görmüştür. Bu sürecin devamında, babasıyla beraber Jeremy Bentham tarafından kurulmuş olan politik doktrine 1837 yılında John Stuart Mill tarafından Felsefi Radikalizm adı verilerek, merkezine Bentham’ın faydacılık görüşü oturtulmuştur. Böylece teoloji alanı ile bilim alanı olarak görülen iktisat ayrıştırılmış oldu.[7]
Onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıl iktisatçıları genellikle teoloji kökeninden gelmiş ve öğretilerinde de bu yolda ilerlemiş olmalarına rağmen, içinde yaşadıkları toplumun sistematik bağnaz zihniyette kalmamasının önemli bir sebebi on beşinci yüzyıldan itibaren yaşanan bilim ve astronomi alanlarındaki gelişmelerdir. Copernicus’un, Galileo’nun, Newton’un, Freud’un ve daha nicelerinin buluşları ışığında Tanrı’nın giderek merkezden uzaklaştırılması düşünce ve örgütlenme sisteminin değiş(tiril)mesinde önemli olmuştur. İkinci önemli sebep ise, 1789 Fransız Devrimi yanında özellikle de 1848 İşçi Devrimleri olarak anılan ikili ihtilalin toplumu sarsması ve feodalizmden kapitalizme geçişle ekonominin öne geçmeye başlamasıdır. Düşünce alanında ekonominin gelişmesi ve buharlı makinelerin icadıyla hızla gelişmesi toplumları geleneksel yapılarından koparmış ve farklı raya oturtmuştur. Tüm bu gelişmelerin dinsel yargıları etkilemesi yanında, Luther ve Calvinist reform hareketleri de bu yoldaki gelişmeleri hızlandırmış ve laiklik yolunun açılmasında öncü olmuştur.[8] Ne var ki, Karl Marks’ın birinci kapitalizm krizi yaşanırken dahi teorisini ortaya koymuş olmasına rağmen rağbet görmemesinin başat sebebi, gelişen kapitalizmin ve sermaye hâkimiyeti kadar, teolojinin uzun süre etkisini sürdürebilmesidir. Tüm bilimsellik savına rağmen, ezeli ve ebedi sağ-kapitalist dokunun sol felsefeye yaklaşım garabeti!
Anılan bu süreçlerle ondokuzuncu yüzyıla girerken inşa edilen Felsefi Radikalist görüş de insanların hafızalarından teolojik görüşü silerken, yükselen ekonomik faaliyetler insanların bilincine farklı içerikli “din” yerleştirmeye başladı. Nietzche’in “Allah’ın öldürülmesi” olgusunu takiben, ondokuzuncu yüzyılda sakin seyreden kapitalizm, içsel dinamikleriyle canavarlaşması sonucunda, aynı anda dinin yanında, insanî moral ve mantığın da öldürülüp, yerine hırsla büyüyerek, insanı ve doğayı tahrip eden piyasa sistemini yerleşti. Şöyle ki, onyedinci yüzyılın sonu ile onsekizinci yüzyılın başında John Locke’un Tanrı kavramı bağlamında geliştirdiği hak ve özgürlük görüşüne dayalı “liberalizm” tanımı,[9] günümüzde canavarlaşan reel ve finansal sermayenin sömürücü işlemleri tarafından içi boşaltılıp, yenidünya düzeninin “neo-liberalizm” kavramı ile yeni din görüntüsünde çağımız toplumunda yerini aldı.[10] Böylece kapitalizmin alt-yapısı üzerinde yükselen yeni din anlayışı insanların, toplumların ve politikacıların hemen tüm kontrol ve denetleme güçlerini pasifize ederek kendi doğrultusunda hızla ilerlemektedir.
Kapitalizm beslendiği tabanı teperek kendi yolunda ilerlerken, İslâm ülkelerini de kendi çizgisine çekmeye ve “ılımlı İslâm” söylemi ile ehlileştirmeye çalışmaktadır. Günümüzde İslâm dünyasının geri kalmışlığı ya da geri bıraktırılmışlığı kadar, Türkiye’de de din olgusunun içinin boşaltılarak giderek yükselen tempoda siyasal İslam’ı uygulamaya geçirilme çabalarını da salt var olan siyasi kadroya (ki, o da görevlidir!) bağlamadan, aynı zamanda kapitalizmin mücadele alanı olarak görmek, bu bağlamda “siyasal İslâm” anlayış ve politikasını salt bir içsel politika olarak değil, ondan çok daha öte bir emperyalist duhul politikası olarak algılamak gerekmektedir.
İslâm Ekonomisi Görüntüsü
Bir yandan sermayenin ezici hâkimiyetini reddederek kapitalizme, diğer yandan da toplumsal mülkiyet rejimini reddederek komünizme karşı çıkan İslâm ekonomi görüşü, aslında özel mülkiyeti kabul ederek kapitalizme, emeği değer yaratan nesne görüşü ile de komünizme göz kırpmakta, fakat ürettiğinin sahibi görüşü ile de –Locke savı- komünizmden ayrılmaktadır. Görülüyor ki, teori temelinde İslâm ekonomisi tek bir sisteme dayanmamakta, inancına göre her sistemden farklı dokular alarak eklektik bir yapı niteliğindedir. İslâm anlayışına göre, kutsal öğreti İslâm ekonomik yaşamını, doğal haklar, yaşama hakkı, özgürlük hakkı, ilim hakkı ve onur-itibar hakkı olarak beş temel ilke üzerinde oturtmuş olup, her birinin pratik araç ve işleyişini detaylandırmadan, sonuçları sürecin işleyişine bırakmıştır.[11] Ne var ki, inşa ve işleyiş kuralları yerine, amaçlanan sonuç kurallarının koyulması, işleyişle sonuç arasında farklılığın oluşmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Nitekim insan hakları, bilimsel gelişmeler, özgürlükler, hatta yaşam hakkı açılarından İslâm hâkimiyetindeki ülkelerin durumu pek parlak gözükmemektedir. Çünkü tutarlı bir sistem içinde oluşum ve işleyiş kuralları yerine, arzulanan ideal sonuçların ortaya atılması sistemin başat sistemlerin etkisi altına girmesine sebep olmaktadır. Hal böyle olunca, İslâm dünyasının ekonomi pratiği, bazı kapitalist araçların biraz farklılaştırılarak uygulanması dışında özgün ve tutarlı bir ekonomik sistem görüntüsü sergile(ye)memektedir. Hal böyle olunca, İslâm ekonomisi tanımlamasına giren sistemin zaman içinde ve toplumların farklılıklarına göre farklı yönlerde gelişmiş olduğu anlaşılır.[12]
İslâm ekonomi görüşünde emek üretiminin sahibidir; böylece oluşan mülkiyet emeğin ürettiğinin değişim değerine göre belirlenir olmaktadır. Zira “Emek [ürettiği ya da çıkardığı] maddenin sahibidir, ancak onun değerinin sebebi değildir. Örnek olarak, işçi, denizin dibine dalıp inci çıkardığında, çıkarmış olduğu bu inci işçinin emeği ile değer kazanmamaktadır. Ama işçi emek sebebiyle o inciye sahip olmaktadır.”[13] Bu problem bu hali ile sanayi öncesi durumu yansıtırken, günümüzde inci çıkarma işinin güçlü firmalarca yapılıp, emeğin bu firmada ücretli istihdam edilmesi durumunda nasıl çözüleceği sorunu, muhtemelen günümüzde başat kapitalizm yöntemi ile sonuca kavuşturulacaktır. Şöyle ki, kapitalizmle giderek sıklaşan etkileşim sonucunda başat sistemin hâkimiyeti doğrultusunda “selefi paradigma” nın altı oyulmakta ve “kopleksiz ve rahat” yaşanan bir din fikri gelişmektedir.”[14]
İslâm düşüncesinde mülkiyet konusu da emekle bağlantılıdır. Emekle oluşturulan metanın mülkiyeti emeğindir. John Locke görüşüne uygun anlatım! Böylece edinilen varlık tüketimde harcanabileceği gibi, kiraya verilerek ortaklık halinde de işletilebilir. Dolayısıyla birikim üzerinden faiz değil, ortaklık geliri elde edilmiş olur. Arazi ve su, maden vb doğal kaynaklar üzerinde kullanım hakkı devlete ait olup, bu hak “İkta sistemi” ile bireylere devredilebilir ve devletin iznine bağlı olarak, mülkiyet hakkı oluşturulmadan, kaynaklar halkın kullanıma sunulur. Bu sistemde de doğal kaynaklar toplumun- insanlığın kullanımına açıktır. İkta’nın asıl amacı bazı topraklar ve doğal kaynaklar üzerinde haraç karşılığında emek gücünün kullanılmasıdır. Ancak ikta mülk edinme yolu değildir.[15]
İslâm anlayışında faiz emeksiz kazanç anlamına geldiğinden, yani emek ile değerlendirilmemiş bir kazanç olarak reddedilir. Ancak, zamanla bireyler arasında mal takasları şeklinde hülle sistemi geliştirilmiş ve faiz işletilir hale gelmiştir. Günümüzde de faizsiz bankacılık ya da kâr ortaklığı olarak anılan sistemde, para banka yöneticileri tarafından kullanılmakta, dönem sonunda sağlanan kâr para sahipleri arasında kârın bölüşümü şeklinde, adeta temettü olarak alınabilmektedir. Ne var ki, bir yanda olağan kapitalist bankacılık sistemi diğer yanda ise kâr ortaklığı sistemi bulunduğunda, farklı getirilerin bulunması, doğal olarak, paranın akış yönünü değiştirebilecektir.
İslâm sisteminde devletin yeri ve önemi büyüktür. Bu sistemde devlet, Sosyal Garanti ve Sosyal Denge sorumlulukları ile davranmak zorundadır. Sosyal Garanti bağlamında devletin bireylere karşı görevleri, toplumsal yaşamda genel garanti koşullarını yerine getirilmesi ve devletin malları üzerinde bireylerin haklarına riayet edilmesidir. Devletin sosyal denge bağlamında bireylere karşı görevi ise, sabit vergiler uygulamasının gerçekleştirilmesi ve gerekli durumlarda devlet başkanının bazı harcamaları kendi hazinesinden yapmasını kapsar.[16] Bu yaklaşımlar ışığında İslâm toplumlarında devlet anlayışının “organik devlet” teorisine yakın olduğu savlanabilir.[17]
Siyasal İslâm Politikası
AKP iktidarı 18 yıldır yürüttüğü politikanın vardığı noktada, krizden çıkış yolu olarak İslâm ekonomisi uygulamasına işaret edildi. Böylece, AKP’nin zaman içinde farklı şiddetlerde kullandığı İslâm kozu, giderek siyasallaştırılarak siyasal İslâm tezine dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Kanaatimce, bu savın güncelliği, ekonomik gerekçelerden çok siyasi gerekçelere dayanmaktadır. Zira İslâm ekonomisi tezi hemen hiçbir makul ve uygulanabilir temele oturmadığı gibi, emperyalizme sıkı sıkıya entegre geç kapitalistleşen model olarak Türkiye’ye derman olma gücü de taşımamaktadır.
Siyasal İslâm yaklaşımı, kutsal duygularına yabancılaştırılmış halklar üzerinde politik baskı kurma yöntemidir. Bu politika içte halklara yönelik olabileceği gibi, dış dünyaya da yönelik olabilir. Bu politika içte halktan siyasilere ya da siyasilerden halka doğru olabileceği gibi, dış dünyadan da içteki siyasilere ya da halka yönelik olabilir. Şu halde, siyasal İslâm, ahtapot-modeli çok yönlü ve çok etkili bir yönetim mühendisliğidir. Mühendisliğin ana yakıtının din ya da içi boşaltılmış kutsallık olması, bu uygulamanın dinin laikleşmediği, halkların kırsal davranış kalıplarından kurtulamadığı, özgürleşemeyip aidiyet duyabileceği bir doku arayışı içinde olan halklar üzerine uygulanabileceğini gösterir. Kısaca siyasal İslâm, diğer bir deyişle siyasallaştırılmış din halkların kutsallarının siyaset arenasında metalaştırılması, siyasal etik ya da demokratik yöntem yerine değişim değerini haiz metaya dönüştürülmesidir. Metalaştırılan kutsallığın siyasi arenada değer ifade edebilmesi için halkların büyük bölümünde din bağnazlığı, yani din kurumunun laikleşmemiş olması önkoşuldur. Buna rağmen, kutsal dokunun siyasallaştırılması halkların bölünmesine neden olur. Kutsal dokunun siyasallaştırılması, aynı zamanda dinin uygulanan sosyo-ekonomik sistemin üst-yapı kurumu olarak hizmete sokulması olacağından yaşamın fiili durum ve uygulamalar zamanla kutsalın yıpratılmasına ve sisteme uyarlanarak üst-yapı kuramına dönüşmesine neden olur. Güçlü etik ve demokrasi duygularının gelişmemiş olduğu geç kapitalistleşen ekonomilerde yoz pratikler felsefesi çökmüş ve salt şekilsel pratiğe dönüştürülmüş kutsal kurum tarafından onanırken, tüm denetimlerden azade kılınmış toplumun çöküşü hızlanabilir.
Dinsel öğreti ya da pratikler birer iktisat sistemi ortaya koymayıp, sermayenin henüz oluşmadığı eski zamanlarda geçerli olabilecek bazı ahlak kuralları oluşturmuşlardır. Kaldı ki, böylesi kurallar kendi içinde tartışılabilir olabilmekle beraber, milattan çok önceleri Atina filozoflarının mantığına dayalı güçlü kaideleri mesabesinde de değildir. Hal böyle olunca, teorik mantık ve etik kurallarını rasyonel esaslarla oluşturmak yerine, eski sistemlere göre vaz edilmiş kuralları, hem de hiçbir akıl süzgecinden geçirmeden, uygulamaya koymanın akılla değil, fakat siyasetle bir ilgisi olması gerekir ki, bu ilginin sonucudur siyasal İslâm görüşü.
Geçmişlerde Erbakan’ın da ara ara söz ettiği İslâm ekonomisi ya da İslâm işbirliği söyleminin günümüzde İslâm ekonomisinin kurtarıcı olabileceği tezine dönüşmesi, emperyalizm politikası yanında, hatta ondan da öte Türkiye’nin ekonomi yönetimi ile ilgilidir. Erbakan, “adil düzen” ya da “adil fiyat” kavramlarını kullanırken, piyasa ekonomisine yakın olan İslâm ekonomi görüşünden çok, farkında olarak ya da olmayarak, onsekizinci yüzyıl Batı kapitalist sistemine öykünüyordu. Günümüz uygulamasında ise, kapitalizm ya da emperyalizm olgusu perde arkasına itilerek, yaşanan krizlere çare arayışları öne çıkmaktadır. Şu husus da gözden uzak tutulmamalıdır ki, Türkiye’de din-devlet ilişkisi ne Erbakan ya da AKP ile başlamıştır ne de salt iç dinamiklerle ilgilidir. O nedenle, Türkiye’de yaşanan din-devlet ahtapot politikası ilişkisinin net anlaşılması, sürecin dünya konjonktüründe ele alınmasını gerektirmektedir.
Osmanlı’nın yıkılışı döneminde görülen akımlardan biri İslamcılık akımıdır, çünkü Osmanlı’da imparatorluğu çimentolayan sosyolojik doku “Dar-ol-İslâm” olarak anılan din devlet alanı anlayışıdır.[18] Kurtuluş Savaşı gölgesinde girişilen üst-yapı devrimleri ve 1930’lar sanayileşme hamleleri dönemin başat politikasıyla geçiştirildikten ve İkinci Paylaşım Savaşı yılları da zorlu politika uygulamalarıyla atlatıldıktan sonra, savaş sonrası oluşan komünizmle mücadele ve “soğuk savaş” ve “yeşil kuşak” politikaları Türkiye’de baskılanan-uyuyan din dokusunu harekete geçirdi. Çünkü o dönemlerde bir yandan Kemalist üst-yapı devrimleri İslâm’da Batı tipi Luther ve Calvin reformlarına benzer laiklik yolunu açamamış, diğer yandan da ekonomik kalkınma hamlelerinin yapılamamış olması yanında, halkın büyük kesimi de henüz kırsal-geleneksel sosyal doku dışına çıkamamıştı. Demokrat Parti sürecine dek uykudaki doku 1950’lerde uyanarak içten içe harekete geçmeye başlamış olmakla beraber, bir yandan Türk halkının büyük bölümünün Batılıların “Türk İslam’ı” olarak adlandırdıkları radikal olmayan yaklaşımı, diğer yandan da Anadolu halkının başta Alevi toplulukları olmak üzere heterojen yapısı radikal İslâm’ın hızlı yükselişini uzun süre erteledi. Ancak zamanla ekonomik çıkara bürünmüş ya da siyasetçiler tarafından büründürülmüş tarikatların öne çıkmasıyla günümüzdeki görüntü oluşturuldu. AKP’nin içinden çıktığı Refah Partisi’nin oldukça radikal din söylemine ve çok yüzeysel bazı uygulamalarına rağmen gerekli oy tabanı sağlayamaması karşısında, ilk dönem söylemleri ve Batı yanlı soslu AKP’nin iktidara gelmesini ve yükselmesini iç dinamikler yanında, hatta ondan da çok öte, “ılımlı İslâm” ve “Büyük Ortadoğu Projesi” bağlamında Batı destekli görmek gerekir.
AKP’nin sarıldığı siyasal İslâm görüşü, ahtapot kolları misali, tepeden tabana olduğu kadar tabandan tepeye ve içten dışa olduğu kadar dıştan da içe etkileşim içinde bulunabilecek karmaşık siyasi-ekonomik uygulamadır. Siyasal İslâm politikası içte tabanı tahkim, taban üzerinde kalıcı manevi (uhrevî) lider pozisyonu oluşturma, böylece iktidarda devamlılık sağlayarak olası hukuksal risklerden kaçınma amacı güdebilir. Ne var ki, bu politika halkları bölerken, takipçileri yabancılaştırılmış duygularla lidere körü körüne bağlar. Politikanın genişletilip başarılı olması durumunda lider Dar-ol –İslâm alanı lideri olur. Böyle tanımlanan alan, umulur ki, İslâm dünyasına yaygınlaştırılarak, hem içeride olağanüstü güç sağlanır, fakat ondan da öte, arkaya alınan güçle dış dünyaya karşı ihale alıcı pozisyonundan, hiç değilse ortak pozisyonuna geçilebilir. Ahtapot politikasında emperyalistin umudu, siyasal İslâm liderininkinden farklı olarak, ortak değil, en fazla taşeron olarak gördüğü siyasi lideri uyanan İslâm dünyasının kapitalizme uyarlamasında hizmete sokabilir. Ortadoğu ve diğer İslâm dünyasında Rusya ve Çin ile rekabette olan ABD bizzat kendi elemanları ile değil, din birliği olan Türkiye ile operasyonu hem daha ucuz hem de daha etkin görebilir. ABD aynı politikayı Fetullah Gülen’in Türkçe dili üzerinden Sovyet yönetimi altındaki Türk halkına yakın bölgelerde okullar açtırmasıyla da uygulamıştır. Bilindiği üzere bu duruma müdahale eden Rusya bu okulları kapatmıştır. Benzer politika olarak, Türkiye’nin Ortadoğu Arap dünyasına itilmesi ABD’nin Ortadoğu ve Akdeniz havzasında Rusya ve Çin ile mücadelesinde politik araç olabilir.
Bir başka açıdan da, Türkiye laikleşmemiş dinsel dokusunun giderek koyulaştırıldığı ortamda dahi üretim ilişkisi bağlantıları ve finansal hareketlerle Batı ile oluşturduğu sıkı bağlarına rağmen, İslâm ekonomisini dille getirmesi, tedricen kapitalizme açılacak İslâm dünyasının proaktif bir girişimle Türkiye üzerinden Batı kapitalizmine uyumlaştırılmasının amaçlandığı düşünülebilir. Tam Batılaşmadan ve dinsel olarak da laikleşmeden ılımlı İslâm söylemi ile İslâm dünyasının dışta tutulacak şekilde kapitalizme monte ederek radikal İslam’ı sadece kiralık asker olarak mevzi amaçlarda kullanıma hazır halde tutmak Batı’nın politikası olabilir.
AKP’nin uyguladığı IMF-Derviş politikaları Türkiye’yi çöküş halindeki kapitalizmin pazarı olarak soyulmasına ilaveten yaşanan küresel krizlerle ekonominin yama tutmaz durumuna İslâm dünyası çare olabilir mi sorusuna ekonomik açıdan üretim faktörü ve ürün hareketleri açılarından bakılabilir. Bir tür ekonomik ortalık olarak görülebilecek İslâm dünyası ile işbirliğinin Türkiye’ye Batı dünyası ile yapılan işbirliğinden öte katacağı fazla bir şey olamaz. Din birliği ya da benzerliği gibi konular uluslararası ilişkilerde geçerli olamaz. İslâm dünyasından Türkiye’ye akacağı düşünülen sıcak paranın ekonomik bedeli küresel fiyattan daha ucuz olamaz. İslâm Arap dünyasının varsıl kesiminin Türkiye’de kalıcı ikameti ise farklı boyutta ele alınması gereken sosyolojik konudur. Arap-İslâm dünyasından aktarılabilecek teknoloji ya da bilimsel zenginlik olamayacağı gibi, bu dünya ile ilk elden kazançlı görülebilecek ticarete bel bağlamak da Türkiye’nin üretim kanallarının şekillenmesini olumsuz etkileyerek, Batı ölçütünde bir kez daha geri düzeye düşmesine neden olabilir.
Meselenin diğer yönü ise İslâm ekonomisi olarak dillendirilen bir ekonomi politikası ya da uygulamasının olabilirliği ile ilgilidir. İslâm ekonomisi olarak bilinen bir ekonomik ekol yoktur, olamaz. Yukarıdaki açıklamalarda da görüldüğü üzere, Batı dünyasında görülmüş olan dönemin ünlü iktisatçıları teoloji ile içiçe öğretiler ve pratikler geliştirmiş oldukları halde, gelenek devem edememiş ve durum bugün çok farklı bir mecraya sürüklenmiştir. Bunun sebebi, üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin etkileşimi ve sınıfsal mücadelelerin kendi üst yapı kurumlarını oluşturmaları ve tüm toplumun davranış ve inanç kodlarını böylece belirlemeleridir. Kaldı ki, o dönemin önemli iki avantajından biri bilim ve teknoloji alanındaki ilerlemelerle dinin laikleşmesi; diğeri ise, ekonominin oldukça ileri düşeyde sanayileşmesi ve halkın kırsal yapıdan uzaklaşmasıdır. Bunlara rağmen, akademik çevrenin teoloji etkisinde olması, aynı dönemde, hatta bir kısmına göre daha önce geliştirilmiş ve bilimselleştirilmiş Marksizm’le ilişki kurmalarına set çekmiştir. Bilimsel bağnazlık!
Bugünlerde dillendirilen İslam ekonomisi olgusu ise, yine yukarıda görüldüğü ve İslâm sisteminde olduğu düşünülen ülkelerin incelenmesinden anlaşıldığı üzere eklektik olup, bu bölgelerde mülkiyet sistemi ve emek sömürüsü devam etmekte, yaşanan varsıllık ise verimlilik ile ilgili olmayıp, doğa verisi zengin doğal kaynaklar sonucudur. Öyle ki, doğal zenginlikler vatandaşlardan vergi alımını bile gereksizleştirmektedir.
Türkiye boğazına kadar batırıldığı Batı ekonomi ve sömürü sistemi içinde, muazzam boyutlarda Batı sermayesine İslâm’ın haram gördüğü faizi, hem de emekçinin boğazına bastırarak emperyalistlere aktarırken, büyük Batılı firmalara müşteri ve gelir taahhütlü ihaleler verirken, bu ihalelerle partinin-siyasetin örtülü finansmanı sağlanmaya çalışılırken Batı zihniyetine uymadığı ifade edilen İslâm sosyo-ekonomik sistemine göz kırpması, siyaseten seçmenine mesaj, ekonomik olarak belki bir miktar nakit girişi, hatta ABD’nin görevini üslenerek, Ortadoğu’da ABD hâkimiyetine destek olmak ve bundan ekonomik nema beklemek olabilir. Örneğin, tüm dünyanın meşru gördüğü Suriye devletine karşı ABD’nin oluşturduğu sahte ordu yanında yer almak, buna karşın Libya’da tüm dünyanın kabullendiği idarenin yanında durmanın gerekçesi ya da tutarsızlığının tek tutarlı yani, her iki devlet sahasında da çatışma halindeki güçlerden Rusya karşıtı ve ABD tarafında olmaktır.
Sonuç
Siyasal İslâm bir ekonomik sistem olmadığı gibi, Türkiye’nin yaşadığı devamlı krize kurtarıcı olma vasfı da yoktur. Bu atılım, içeride siyasal tabanı tahkim, tabanın bazı dış alanlara da kaydırılmasıyla genişletilerek ruhanî liderlik benzeri bir üst makam oluşturarak, siyaset sonrası olası hukuksal risklerden vareste olmak, dış ilişkiler bağlamında da, toplanabilen İslâm dünyasını temsil yetkisi ile(!) Ortadoğu ve sair konularda olabildiğince güçlü konuma gelme hayali taşıyor olabilir. Bu proje Türkiye’nin ortaçağ karanlığına ve siyaseten koyu despotluğa sürüklenmesine yol açarak, çağdaş dünyada bugünkünden daha geri liglere yuvarlanmasına sebep olur. Laik ve çağdaş bir toplum din olgusunun bireysel alandan çıkartılıp, toplumsal alana yayılarak siyasete alet edilmesine rıza göstermeyeceği gibi, aynı şekilde dinin toplumsal-siyasal yönetimde araçsallaştırılarak metalaştırılmasına da olumlu bakması söz konusu olamaz, olmamalıdır!
Kaynakça
[1] Castoriadis, 1997, s. 140.
[2] Wendling, 2011, s. 14. ; Mann, 2004, s. 179-80.
[3] Brennen-Waterman (ed.), 1994, s. 61.
[4] Nakleden Everett, 1982, s. 68.
[5] Nakleden, Brennen-Waterman (ed.), 1994, s. 251.
[6] Dardot & Laval, 2017, s. 49.
[7] Brennen-Waterman (ed.), 1994, s. 45.
[8] Siegel, 2012, s. 69-70.
[9] Locke, 1962.
[10] Goodchild, 2007, s. 10-2.
[11] Sıbaî, 2010, İkinci Bölüm.
[12] Var olan İslâm ülkelerindeki durum ve İslâm düşünürlerinin reform konusundaki düşünceleri için bkz. Esposito, 2010, özellikle üçüncü bölüm.
[13] Essadr, 1978, s. 348-9.
[14] Haenni, 2005, s. 33.
[15] Essadr, 1978, s. 477-85.
[16] “Devlet başkanının hazinesi” kavramı, çağdaş bütçe sisteminin yerleştirilmesinde önce, padişahların, imparatorların ya da din devleti başkanlarının hazinelerini ifade eder. Padişaha ya da lidere bağlı hazine sistemine “krematistik” sistem olarak, günümüze evrilen sisteme ise “Kameralistik” sistem olarak bilinir. Bkz. Goldscheid, 1964, s. 202.kavramı “
[17] Buchanan, 1960, Bl. 1.
[18] Nakleden, Esposito, 2010, s. 68.
Bu haber en son değiştirildi 27 Temmuz 2020 01:04 01:04
Bornova İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından okullara gönderilen yazı ile ÇEDES projesinin uygulanması istendi ve…
Emlak Konut GYO A.Ş'nin KAP'a yaptığı açıklamada, Suudi Arabistan'da şirket kuracağını belirtti.
Güney Kore Devlet Başkanı Yoon Suk Yeol, ülkede sıkıyönetim ilan edildiğini duyurdu.
Diyarbakır'da Narin Güran'ın cansız bedenini dereye sakladığını itiraf eden tutuklu sanık Nevzat Bahtiyar'ın "suçu üstlenmesi"…
AFAD verilerine göre Bursa, Mudanya'da 3.6 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Sarsıntının derinliği 7.01 kilometre…
DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 'Cesur olacağız, yeni adımlar atacağız'…