Siyasal İslam ne vaat etmişti?
15-03-2020 09:42Bir siyasal hareketin ölümünü ifade etmek fazla iddialı; ancak siyasal İslamcılığın hem ülkemiz hem de dünyadaki pratikleri, siyasal İslamcılığın mutlak bir başarısızlık içinde olduğunu yine mutlak bir biçimde göstermektedir.
Ali Ateş
AKP’nin kurucularından ve Türkiye’de siyasal İslamcılığın önemli figürlerinden birisi olan eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün basında çıkan demecinde önemli bir saptama vardı: “Siyasal İslam öldü”.
Bu söz tek başına Abdullah Gül’ün Babacan’ın liderliğindeki yeni partiye açmak istediği alanı tarif etmesi bakımından değil; aynı zamanda bir itiraf olarak kalın harflerle yazılmalıdır. Mısır’dan Tunus’a, Afganistan’dan Suriye’ye, Türkiye’den İran’a kadar siyasal İslamcı hareketlerin bugün geldikleri yere bakılırsa, bu sözün mana ve ehemmiyeti daha fazla anlaşılacaktır.
Bir siyasal hareketin ölümünü ifade etmek fazla iddialı; ancak siyasal İslamcılığın hem ülkemiz hem de dünyadaki pratikleri, siyasal İslamcılığın mutlak bir başarısızlık içinde olduğunu yine mutlak bir biçimde göstermektedir. İran, Mısır ve Tunus örnekleri, siyasal iktidar olmayı başarmış örnekler olarak; gerek siyasi gerek toplumsal gerek ekonomik gerekse kültürel olarak “model” olabilecek herhangi bir yan taşımadıkları gibi büyük yanlışlara malul ve toplumsal uyumsuzlukları ile başarısızlıkları ampirik olarak ortaya konmuş durumdadır. Vaatler ile gerçeklik arasında ilişki, somut ve maddi başarısızlığın galebe çaldığı süreçle yerli yerine oturmuştur: Siyasal İslamcılık, huzur getirmediği gibi adalet, hukuk, demokrasi ve refah gibi toplumsal ve siyasal değerlerin hemen hemen hepsinde sınıfta kalmıştır.
Mısır, Tunus ve İran dışında siyasal İslamcılığın “hakiki ve öz” temsiliyetini üstlenen bir başka kanat olarak “radikal İslam” şeklinde kodlanan bölmesinin de “başarısızlığı” ya da karakteri aynı şekilde belirgin bir biçimde ortada. Afganistan, Irak ve Suriye’de siyasal İslamcılığın öz ve hakiki temsilcilerinin savaş, terör ve katliam dışında bir pratik sergilemedikleri açık ve seçik olarak belirtilmek durumunda. Ilımlı İslam ya da radikal İslam ayrımının temelde dünya emperyalist-kapitalist sistemine uyum parametresiyle değerlendirilmesi unutulmadan, ılımlı diye yola çıkıp, özüne dönerek radikalleşen nice siyasal İslamcı akımın varlığı, ortadaki terör ve katliam gerçeği ile birlikte, siyasal İslamcılığın ne vaat ettiğini de fazlasıyla gösteriyor. Burada şu notun düşülmesi gerek: Emperyalizme uyumlu İslamcılık olarak ılımlı İslam kavramı karşısında radikal İslamcılık tabirini kullanmanın da ciddi yanlışları var. Aslında bakılırsa radikal İslamcılığın da iplerinin bizzat emperyalist merkezlerin elinde olduğu herkesin bildiği açık bir gerçek.
Tam da buradan siyasal İslamcılığın retoriği olarak karşımıza çıkan “doğu-batı”, “Müslüman-Hristiyan”, “Müslüman-Yahudi” ya da “hilal-haçlı” ikiliklerinin bir retorikten ibaret kaldığı da hem tarihsel olarak hem de son 10 yıldır yaşanılan pratik açısından yeterince belirgin. Siyasal İslamcılık “Alman emperyalizminin doğu projesinin” çocuğu olarak çıkmış, sonrasında Nazizm’in aparatı olarak desteklenmiş ve en sonunda emperyalizmin anti-komünizminin oyuncağı olmuştu. Tarihsel köklerinde emperyalizmin desteği ve işbirliği olan siyasal İslamcılığın bu açıdan batıya karşı alternatif bir sistem kuramayacağı ya da “batı karşıtlığının” içi boş bir demagojiden ibaret olduğu bir kez daha da hem de maddi olarak apaçık karşımıza çıkmıştır.
Siyasal İslamcılığın vaat ettiği noktalara kuş bakışı bakıldığında bazı notların altı çizilmeli. “Ümmet”, “İslam Birliği”, “Halifelik” gibi kavramlarla kendisini ifade eden pan-İslamizm bugün kapitalist dünya sisteminde boş bir hamaset olmanın ötesinde aslında kapitalist-emperyalist sisteme karşı çıkabilecek bir gerçeklikten yoksunluğun da palavrası olarak görülmeli. Kapitalist dünya sisteminin para ve ekonomi yasaları tarafından belirlenen bir gerçekliğin içinde siyasal İslamcılık aslında böylesi bir sürecin siyasi aktörü olmanın dışında bir muhtevaya sahip değil. İşin bir yanı bu. İkinci yanı ise tekil tekil “Müslüman ülkeler”e bakıldığında derin ayrımların, siyasal İslamcılığın “pan-İslamizm” hedefini bırakın, kendi aralarında bir ümmet birliği bile kuramayacaklarını yeterince göstermektedir. İran ve Suudi Arabistan arasındaki ayrım ve düşmanlık, Suudilerin İsrail ile işbirliğine sokacak kadar keskin yol ayrımlarına sahip. Bugün İran-Arabistan kadar Mısır-Türkiye, İran-Türkiye, Suriye-Türkiye gibi ülkelerin bile yan yana gelmesini bırakın, nasıl bir rekabet ve düşmanlık içinde oldukları herkesin bildiği bir konu. Böylesi bir tablo, siyasal İslamcılığın demagoji, hamaset ve propagandadan ibaret olan “ideolojisinin” çöküşünün de ibretlik vesikasıdır.
Siyasal İslamcılık söz konusu olduğunda belirtilmesi gereken en önemli ve en basit tezlerin başında “iktisadi vaatler” yazılmalı. Neredeyse bugün kendilerine Müslüman diyen, siyasal İslamcı olarak kendilerini gören her türlü pratik özünde kapitalist sistemin en iyi uygulayıcıları. Ücretli kölelik sistemi olarak kapitalizm, kendisini siyasal İslamcılıkta buluyor, bulabiliyor ve hatta daha derin yaşayabiliyor: İran’daki yoksulluk, gelir adaletsizliği ya da sömürü. Suudi Arabistan’da köleci sistemi aratmayacak ekonomik düzen. Ya da Türkiye’de AKP’nin yaklaşık 20 yıllık iktidarının ortaya koyduğu pratik sermaye sınıfının daha da semirmesi değil mi? Aslına bakılırsa yabancı sermayeye muhtaç, dış borca batmış ve inşaat tabanlı ekonominin, başından sonuna kadar kapitalizmin ve sermayenin düzeni olduğu yalın bir gerçek. Yabancı sermayenin ülkeye gelmesinin yolunun faiz düzeninden geçtiği bu kadar yalınken, siyasal İslamcı olarak “faize hayır” diyenlerin nasıl bir numara çevirdikleri ortada olmakla birlikte, aslında “faiz düzenin” asıl sahiplerinin bizzat siyasal İslamcılar olduğu gerçeğini de karşımıza çıkarıyor.
Siyasal İslamcılık, toplumsal olarak huzur getirmedi. Terör, katliam, kan, gözyaşı, savaşlar…
Siyasal İslamcılık, toplumsal olarak refah ve kalkınma getirmedi. Tersine yoksulluk ve gelir adaletsizliği en fazla siyasal İslamcılık döneminde arttı.
Siyasal İslamcılık, batıyı düşman gösterip, yoksulluğu sömürerek kendini var ederken; aslında bizzat batının siyasal aparatı ve kapitalizmin sömürü çarklarının yağlayıcısı olduklarını bütün pratiklerinde fazlasıyla gösterdi.
Siyasal İslamcılık söz konusu olduğunda hem dünya açısından hem de ülkemiz açısından iki pratik örnek karşımızda duruyor. Bu iki örneğin siyasal İslamcılık dışında analiz edilmesi mümkün değildir. Birisi AKP diğeri de FETÖ’dür. AKP’nin bugün Türkiye’de yaklaşık 20 yıllık iktidarının somut karşılığı, sermaye diktatörlüğünün gerici yüzü, sermayenin emek düşmanlığı, sermayenin palazlandırılması, rant ve haramiler düzenidir. Başka bir ifadeyle “süslümanlar rejimi”dir!
FETÖ ise, kendi halkına silah doğrultacak kadar ileri gitmiş, Amerikancı ve darbeci bir siyasal İslamcı hareket olarak tarihe geçmiştir.
Siyasal İslamcılığın ölüp ölmediği iddialı bir tartışmadır. Ancak siyasal İslamcılığın ampirik olarak başarısızlığını kalın harflerle yazmak gerek.