Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde Gerici Ayaklanmalar
19-04-2020 08:52Bugünün siyasetine geldiğimizde, geçmişlerinde mandacılık bulunanların, “yerli ve milli” edebiyatına sarılmalarının hiçbir gerçekliği bulunmadığını söylemeliyiz. Gerici ideolojinin ne geçmişinde ne de bugününde “yerli ve milli” aranmamalıdır.
Gökmen Kılıç
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun hangi zemin üzerinde yükseldiğini sormak bugünkü siyaseti de belirleyen önemli bir soru. Konumuzla bağlantılı ikinci soru ise, cumhuriyetin kime ve neye rağmen kurulduğu olmalıdır. Son zamanlarda cumhuriyetin temellerinin gerçekdışı tarih tezleri ile iğdiş edilmesinin nedenlerini iyi anlamak, siyaseti ve onu belirleyen düşünce dünyasını etkilemesi bakımından önem arz ediyor.
Özellikle AKP döneminde sıkça karşılaştığımız, hiçbir gerçekliğe dayanmayan tarih okumasının, mevcut politik iktidara meşruiyet zemini oluşturmanın dışında bir gerçekliği bulunmuyor. Burada yalnızca tarihi nasıl okuduğumuz ve yorumladığımız gibi sübjektif bir değerlendirmeden değil, ciddi bir çarpıtmanın varlığından da söz etmiş oluyoruz.
Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin Padişah hazretleri lütfuyla başlatıldığı ya da İngilizlerin hilafet makamını ortadan kaldırmak için Mustafa Kemal’e yol verdiği gibi tarih tezlerinin hiçbir bilimsel temeli bulunmuyor. Araştırıldığında belgelerle tek tek ortaya çıkabilecek birçok başlık, gerici iktidarlar tarafından çok fazla tekrar edilerek gerçeklikten koparılmaya çalışılıyor. Bu yöntemin dönemsel ihtiyaçları karşılaması olası olsa da, gerçekliğin değişmediğini hepimiz biliyoruz.
Ulusal Kurtuluş Mücadelesi süresince değişime ayak direyen, saltanatın ve dolayısıyla egemen emperyalist devletlerin çıkarlarını korumaya dönük birçok hamle yapıldı. Bunların bir kısmını fiilen gerçekleştirilen gerici ayaklanmalar oluşturuyor. Bunlara geçmeden önce, ayaklanmalara zemin oluşturan siyasi tabloya bakmamız gerekiyor.
İki eğilim ve iki meclis
Osmanlı Devleti Birinci Paylaşım Savaşı’nda ağır bir yenilgi aldı ve 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile birlikte yenilgiyi kabul etti. İmzalanan metin her ne kadar mütareke (ateşkes) olarak geçse de Osmanlı tek taraflı olarak teslim oldu ve orduları birer birer dağıtıldı.
Mustafa Kemal, Nutuk’un hemen girişinde ülkenin vaziyetini şöyle açıklar: “Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu topluluk, Genel Savaşta yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes antlaşması (mütarekename) imzalanmış. Büyük Savaşın uzun yılları boyunca, ulus, yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve ülkeyi Genel Savaşa sürükleyenler, kendi yaşamlarının kaygısına düşerek, yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça önlemler araştırmakta. Damat Ferit Paşa’nın başkanlığındaki hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteklerine uymuş, onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.”[1]
Görüleceği üzere Mustafa Kemal, Nutuk’un henüz ilk satırlarında, işgal kuvvetleri kadar Osmanlı’nın son kalıntılarına da büyük bir öfke duymaktadır.
Mütarekenin şok edici etkisiyle birlikte ulusal gururun yere düştüğü bir dönem açılmış oldu: Osmanlı’nın başkenti İstanbul başta olmak üzere, İngiliz, Fransız, İtalyan ve ardından vekâleten Yunan ordusu Anadolu’yu işgale girişti. Bu işgalin, ağır mütareke maddelerinin çerçevesini dahi aşan biçimde, keyfi olarak uygulandığını her aşamada görmemiz mümkün. Yüzlerce yıllık Osmanlı devlet aygıtı ve yoksul Anadolu insanı, emperyalizmin müdahalesiyle, basiretsiz Damat Ferit hükümetine ve Padişah Vahdettin’in insafına terk edildi.
Osmanlı’nın yenilgisinin ardından devlet kadroları arasında iki eğilim belirdiğini söyleyebiliriz. Bunlardan ilki; saltanatın çıkarlarını halkın çıkarlarının önünde gören, Padişah Vahdettin’e ve hilafet makamına sadık kalarak, mütareke koşullarını kabul eden kesimdir. Bu gerici anlayışa göre egemen devletlerin himayesinde yaşamak mümkündür. İtilaf Devletleri’ni “kızdırmak” ve daha fazla kan dökülmesine neden olmak ise lüzumsuzdur.
Buna bağlı olarak, İtilaf Devletleri ile masaya oturan padişah, gerekli tüm şartları kabul ederek Sevr Antlaşması’na giden yolu açtı. Kendi makamına dokunulmaması şartı ile halka yapılan tüm baskı ve şartları kabul ederek, “nizamın” koruyacağına dair galip devletlere taahhütte bulundu.
İkinci eğilim ise; ağır yenilgi şartlarını kabul etmeyen, Anadolu’nun işgaline seyirci kalınamayacağını söyleyenlerden oluşmaktadır. Bu eğilimin homojen olarak en başından, bağımsız bir cumhuriyet düşüncesi ile yola çıkmadığını not etmeliyiz. Ancak sürecin nihai olarak bir yere bağlanması, yeni bir meclisin kurulması zorunluluğu doğduğunda, tarihin çarkları “yeniyi” çağırmıştır.
Burada görmemiz gereken, Osmanlı kadroları arasındaki iki eğilimin ayrışarak ikili bir iktidarın oluştuğudur. İstanbul Meclisi ve Ankara Meclisi, ikili iktidarın fiilen oluştuğu yerler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ulusal mücadelenin başlamasından sonra ortaya çıkan gerici kalkışmalar, esasında iki güç arasındaki iktidar mücadelesinin birer sonucu olarak görülmelidir. Gerici tarih tezlerine göre halk, kendiliğinden bir tepki ile cumhuriyetin kurulmasına karşı durmuş ve hilafeti, saltanatı kurtarmak istemiştir.
Oysa durum hiç de öyle değildir; Osmanlı ahalisinin kimi gerici odakları olmakla birlikte ekseriyeti için durum bunun tam tersidir. Haklın önemli bir kısmı mütareke koşullarına karşı direnmeyi istemekte ve kendi iktidarları için işgaline göz yumanlara öfke duymaktadır.
Ankara Hükümeti daha kurulmadan örgütlenen milis kuvvetleri bunun için iyi birer örnektir. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ve Kuvay-i Milliye’nin Anadolu’da önemli bir taban bulması bu açıdan tesadüf sayılmamalıdır.
Diğer yandan gerici ayaklanmaların önemli bir bölümü ise kendiliğinden değil, saltanat düşkünlerinin ve egemen devletlerin müdahalesiyle ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, “yeni” olana gösterilen örgütlü direnç iddia edildiğin gibi doğal değil, tam tersine sentetiktir.
Bugünün siyasetine geldiğimizde, geçmişlerinde mandacılık bulunanların, “yerli ve milli” edebiyatına sarılmalarının hiçbir gerçekliği bulunmadığını söylemeliyiz. Gerici ideolojinin ne geçmişinde ne de bugününde “yerli ve milli” aranmamalıdır.
Saltanat kontrolü kaybederken
Mütarekenin hemen ardından işgal edilen İstanbul’daki Damat Ferit hükümeti, tam anlamıyla bir kukla hükümet olarak kuruldu. Kurulan hükümet, temel olarak mütarekenin sorunsuz bir şekilde sürdürülmesini ve saltanatın korunmasını temel alıyordu. İstanbul Hükümeti, galip devletlerin “kızdırılmaması” adına onların işini kolaylaştıracak hamlelerin yapılması için çalışıyordu. Anadolu’da işgale karşı oluşan direnç ise Damat Ferit ve padişahın “çözmesi gereken” sorunlarının başında geliyordu.
İlk aşamada işgal kuvvetlerinin işini zorlaştıran kimi yerel çetelere karşı müdahalede bulunuldu. Kimi yerlerde ise işgal kuvvetleriyle halk arasından çatışmalar yaşandı. Mustafa Kemal’in 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a gönderilme gerekçesi de benzer bir şekilde yaşanan çatışmaların İngilizler tarafından durulması isteğiydi.
Diğer taraftan, oluşmaya başlayan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, İstanbul Hükümeti’nin işgalcilere karşı yükümlülüklerini yerine getirmekteki en önemli engeli duruma geldi. Anadolu’daki Kuva-yi Milliye hareketi saltanatın işgalciler karşısında zor duruma düşmesine neden oluyordu. Hareket yayınlaştıkça Saltanat kontrolü kaybetmeye başlamıştı.
Kuva-yi Milliye’ye karşı Hilafet Ordusu kuruluyor
Damat Ferit’in başında olduğu İstanbul Hükümeti, bir yol kazası yaşamadan kontörlü yeniden sağlamak için Kuva-yi Milliye güçlerine karşı harekete geçti.
Anadolu’nun çeşitli bölgelerindeki saltanat düşkünü ve bağnaz gruplar toparlanarak bir Hilafet Ordusu (Kuvâ-yi İnzibâtiyye) kuruldu. Kurulan Hilafet Ordusu’nun maaşlarını İngiltere ödüyor, talimatlar ise İstanbul Hükümeti ve padişah emriyle veriliyordu.
Gerici ayaklanmaların zamanlaması da Anadolu mücadelesinin seyri ile tutarlılık seyrederek yaygınlaştı. Ayaklanmalardaki ortak söylem, Kuva-yi Milliye’nin başıbozuk eşkıyalar olduğu ve işgal kuvvetlerine karşı durmanın saltanata ve padişaha karşı durmak olduğu yönündeydi. Gerici ideoloji yerel huzursuzlukları tek tek örgütlü hale getirerek işgal kuvvetlerinin elinin rahatlatılmasını istiyordu.
Ayaklanmalar, özellikle işgal kuvvetlerinin belirledikleri tampon bölgelerin güvenliğini sağlamak için belirli bölgelerde yaygınlaştı. Buradaki amaç Kuva-yi Milliye’nin, dolayısıyla Ankara Hükümeti’nin etkisini azaltılmaktı.
Ayaklanmalar başlıyor
Ulusal Kurtuluş Mücadelesi döneminde 60 civarından irili ufaklı ayaklanma yaşandı. Ancak bunların en önemlileri Marmara Bölgesi’nde Sakarya, Bolu, Gerede, Düzce, Hendek; Ankara’nın batısında Nallıhan, Beypazarı; Yozgat ve Konya ayaklanmalarıdır.
Kısaca bu ayaklanmaların nasıl ortaya çıktığına ve İstanbul ile kurdukları ilişkiye değinmeye çalışalım.
Düzce, Gerede, Hendek ve Adapazarı çevresi gerek İstanbul Hükümeti, gerekse İtilaf Devletleri açısından oldukça stratejik öneme sahip yerlerdir. İngiltere, Boğazların doğusunda iki tampon bölge kurmayı düşünerek, Çanakkale Boğazı’nı doğuya karşı koruyan Biga, Gönen ve çevresi ile Karadeniz Boğazı’nı doğuya karşı koruyacak olan Düzce ve Hendek çevresini kontrol altında tutmak istiyordu. Bu güvenlik çemberine ilave olarak İstanbul-Eskişehir demiryolu hattını da ekleyebiliriz.
Marmara ayaklanmaları olarak tanımlayabileceğimiz bu ayaklanmalar Kuva-yi Milliye’ye karşı gerici Hürriyet ve İthilaf Fıkrası’na bağlı yöneticiler, eski askerler ve yerel paramiliter güçlere dayanıyordu.
Biga’da başlayan ve kısa sürede geniş bir bölgeye yayılan Anzavur ayaklanmalarıyla eşzamanlı meydana gelen Düzce ve Gerede ayaklanmaları Ankara Hükümeti’ni uzun süre meşgul etmiş, hatta kimi zaman tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. Öyle ki, ayaklanmaların Sakarya kolu Nallıhan ve Beypazarı’na kadar geniş bir bölgeyi etkisi altına alabildi.
Mustafa Kemal o dönem için, “Ayaklanma dalgaları, Ankara’da karargâhımızın duvarlarına dek çarptı.”[2] derken haksız sayılmazdı.
Marmara ayaklanmalarının İstanbul’un ihtiyaçlarının bir ürünü olduğunu su götürmez bir gerçek. Ayaklanmanın mimarlarından Anzavur Ahmet’in bir İngiliz gemisi ile İstanbul’a getirilmesi ve padişah tarafından mirimiran (sivil paşa) ilan edilmesi boşuna değildi.
Ayaklanmaların bir diğer boyutu ise zamanlamasıydı. Sivas Kongresi’nin (4-11 Eylül 1919) hemen ertesinden başlayan ayaklanmalar Kongre’ye bir cevap niteliği taşıyordu.
Şevket Süreyya Aydemir, “Daha Sivas Kongresi günlerinden başlayarak, ilk belirtilerini veren Marmara Bölgesi’nde başlayan Anzavur isyanları, o güne kadar görülenden başka bir karakter taşıyordu. Bunlar İstanbul’da sarayın ve Ferit Paşa hükümetinin, yabancılarla da iş birliği yaparak Anadolu milli hareketine karşı, manevi ve maddi bütün gücünü seferber etmek suretiyle giriştiği son ölüm kalım mücadelesiydi.”[3] diyerek, ayaklanmaların giderek gelişen ulusal kurtuluş mücadelesine karşı yapıldığını belirtmektedir.
Ankara çevresindeki diğer ayaklanmalar da Büyük Millet Meclisi’nin ilanıyla eşzamanlı gelişti. Özellikle Hürriyet ve ihtilaf Fırkası’na mensup idarecilerin bir kısmı Ankara Hükümeti’ni tanımayarak harekete geçtiler. Yozgat’taki Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin başkanı olan Çapanoğlu Edip ve kardeşi Celal, Yozgat’taki ayaklanmanın planlayıcıları arasında yer aldılar. Ayaklanma Kaman’dan başlayarak, Yozgat Boğazlıyan ve Tokat Zile’ye kadar yayıldı.
Konya (Delibaş) ayaklanması da aynı dönemde, Mayıs ayında ortaya çıktı. Delibaş Mehmet tarafından doğrudan Ankara Hükümetine karşı başlatılan ayaklanma Ankara ve Eskişehir’e yakınlığı nedeniyle önemliydi. Delibaş Mehmet yenilginin ardından Mersin’deki Fransız işgal kuvvetlerine sığındı ve bir süre sonra Yunan ordusunda katıldı.
Gericilerin ve işbirlikçilerin “yabancı” sevgisi
Türkiye’de gerici ideolojinin tarihi aynı zamanda işbirlikçiliğin tarihidir. Savaş yıllarında ve kuruluş dönemi içinde bu çok daha belirgin hale gelmiştir.
İngilizler Muhipler Cemiyeti başkanı olan Sait Molla gibi mandacılar, aynı zamanda Adapazarı ve Karacabey ayaklanmalarını örgütleyenlerdir. Sait Mola’nın İngilizlerden aldığı paralar, ele geçirilen mektuplarla birer birer ortaya çıkmıştır.
Teâlî-i İslâm Cemiyeti gibi gerici dernekler, İngiliz işgalcilerin uzun süre sözcülüğünü yürütmüşlerdir. Damat Ferit Paşa hükümetinin Şeyhülislam’ı Dürrizade Abdullah bu derneğin üyesidir. Kuva-yi Milliye’ciler için çıkardığı ölüm fetvalarına buradan bakılmalıdır. Dürrizade Ahbullah’ın kaçıp sığındığı yer yine bir İngiliz destekçisi olan Şerif Hüseyin olmuştur.
İskilipli Atıf da yine aynı derneğin başkanlığını yürütmüştür. İskilipli’nin bildirilerinde, “İngiltere ve Fransa gibi muazzam ve muntazam devletlere meydan okunmaması” gerektiği uzun uzun anlatılmaktadır.
Diğer yandan Osmanlı’nın varlıklı kesimleri için de işgal bir sorun olarak görülmez. Osmanlı sosyetesi işgal kuvvetlerini yemek ve balolarla karşılar.
Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin bir sonucu olarak kurulan TBMM, yalnızca askeri bir başarı olarak değil, siyasi ve düşünsel anlamda bir mücadelenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
[1] Nutuk, Kültür ve Turizm Bakanlığı, e-kitap: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-81466/turk-yurdunun-genel-durumu.html
[2] Nutuk, Kültür ve Turizm Bakanlığı, e-kitap: https://ekitap.ktb.gov.tr/TR-81792/ic-ayaklanmalar.html
[3] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Cilt 2, Remzi Kitabevi 36. Basım. Sayfa 285