Ya kapitalizm ya insan!

Ya kapitalizm ya insan!

05-04-2020 09:20

Virüsler doğa yasalarına tabi; insan yasaları umurlarında bile değil. Virüsler için sınırlar, uluslar, devletler, ırklar, cinsiyetler, sınıflar, ideolojiler, dinler vb. yok. Herhangi bir canlı hücresi yaşamlarını devam ettirebilmek için yeterli.

Ender Helvacıoğlu

Ya bilim ya yıkım! Ya kapitalizm ya insan!

Tüm dünya COVID-19 salgını dolayısıyla bir sınav veriyor. Belki henüz sürecin başındayız. Ama genel anlamda bugünden dahi kanıtlanmış bazı noktalar var.

1) Bilimsel düşünce biçiminin ve bilimsel yöntemin üstünlüğü ve vazgeçilmezliği.

Birkaç örnek verelim: Daha üç ay önce aşıların gerekli olup olmadığını tartışıyorduk. Aşı karşıtlığı alıp başını yürümüştü. Bugün ise yüz milyonlarca insan bir aşı bekliyor. Yakıcı pratik, tartışmaya İskender kılıcı misali son verdi. Bugün bir aşı geliştirilse dünyadaki bütün insanlar bu aşıyı olacaktır, olmalıdır. Ayrıca bu aşı satılamaz, kâr unsuru haline getirilemez. Herkes zorunlu olarak bu aşıyı olmalıdır.

İkinci örnek: Bilim insanları salgına çare üretmeye çalışırken ellerindeki tek yöntem evrim kuramı. Evrim bilgisi olmadan, virüsün nasıl dönüşüm geçirdiği, nasıl yayıldığı anlaşılamaz ve çare üretilemez.

Ya bilim ya yıkım!

2) Kamuculuğun, kolektivizmin ve sosyalizmin üstünlüğü ve vazgeçilmezliği.

Yaşadığımız küresel çağda, bu tür küresel salgınlara karşı piyasacılıkla, kâr hırsıyla, bireycilikle, kısaca kapitalist güdülerle mücadele etmeye olanak yok. Büyük kamusal projelerle, örgütlü, bilinçli, paylaşımcı, bilimsel düşünceyi sindirmiş bir toplum yapısıyla, kısaca sosyalist bir yönelimle böyle sorunlarla baş edebiliriz ancak.

Ya kapitalizm ya insan!

Virüsler bizim yasalarımıza tabi değil, ama biz onlarınkine tabiyiz

Doğanın yasaları var. Bir kısmını biliyoruz, bir kısmını ise henüz bilmiyoruz. Fakat bu yasaları değiştiremiyoruz; ancak anlayıp kavrayarak uyum sağlayabiliyoruz.

Bir de insan/toplum yasaları var. Bunları biz insanlar topluluk veya toplum olarak ortak yaşamımızı düzenlemek için oluşturmuşuz. “Tanrı yasaları” denenleri de insanlar oluşturmuş, bunu biliyoruz. Zamanla üretim ilişkileri değiştikçe bu yasalar da değişmiş. Elbette son derece zorlu ve keskin mücadelelerle, sınıf mücadeleleriyle…

Virüsler doğa yasalarına tabi; insan yasaları umurlarında bile değil.

Virüsler için sınırlar, uluslar, devletler, ırklar, cinsiyetler, sınıflar, ideolojiler, dinler vb. yok. Herhangi bir canlı hücresi yaşamlarını devam ettirebilmek için yeterli.

Öte yandan virüsler, inanılmaz yayılma özellikleriyle diğer doğal afetlerden ayrılıyorlar. Çin’in bir bölgesinde yaşanan deprem bizi etkilemez; ama Çin’de ortaya çıkan bir virüs kısa zamanda tüm dünyayı etkileyebilir.

Virüsler gezegenimizde 3,5 milyar yıldır varlar. Canlılık denen olgunun temelindeler. Yani her canlı kısmen virüs; tıpkı hücre gibi. Birlikte yaşamak zorunda olduğumuz ve bizim (insanların) yasalarımıza hiç tabi olmayan bir canlı türüyle karşı karşıyayız. Neredeyse doğayla veya evrenle karşı karşıya olmak gibi bir şey…

Kısacası virüsler bizim yasalarımıza tabi değil ama biz virüslerin yasalarına tabiyiz.

Peki, nedir bu virüslerin yasası? Bunu anlamak için geliştirebildiğimiz en işlevli yöntem evrim kuramı. Bu kuramın ışığında virüslerin nasıl dönüştüğünü, yayıldığını, yaşayabildiğini az-çok anlayabiliyoruz. Ne kadar iyi anlarsak, virüslerle ortak yaşamayı o kadar iyi becerebiliriz. Bir kere bunu kavramamız lazım.

Virüs ile savaşmıyoruz (virüs de bizle savaşmıyor), virüsü anlamaya çalışıyoruz. Anlayabildiğimiz zaman ona uyum sağlayacağız (aşıların mantığı tam da budur).

Kavramamız gereken ikinci nokta şu: Sıkıntımızın kaynağı virüsler değil, kendimiziz. Yeni virüsümüz çarpıcı bir biçimde gösterdi ki, mevcut hakim sistemimiz son derece yetersiz ve kırılgan. Çünkü insan-insan zıtlaşmasına (sınıflılığa) dayalı.

“Biz işçiler neden evde kalamıyoruz?”

Büyük doğal afetler ilk başta “doğanın kılıcı” olarak doğarlar, ama kısa süre içinde “tarihin kılıcı”na dönüşürler. İnsanlar sınıflara bölündüğünden ve sömürü ortaya çıktığından beri her zaman böyle olmuştur.

Avrupa’nın önemli merkezlerinden birini yerle bir eden 1755 Lizbon Depremi ve ardından gelen tsunami en bilinen örneklerdendir. Dönemin önde gelen aydınları, özellikle Aydınlanma filozofları üzerinde düşünürler. Depremin yozlaşmaya karşı Tanrı’nın bir gazabı olduğu görüşüne Voltaire başkaldırır. “Lizbon Felaketi Üzerine Şiir”inde, yaşananın dinle ve Tanrı’yla bir ilişkisinin olmadığını, depremin bir doğa olayı olduğunu ve bilimsel yaklaşımla çözümlenebileceğini haykırır. Rousseau ise bir adım ileri gider ve Voltaire’e şu basit soruyu yöneltir: “Peki, neden hep yoksullar ölüyor?” Bu soru 30 yıl sonra yanıtını bulur: Büyük Fransız Devrimiyle!

Geçen gün sosyal medyada inşaat işçilerinin çeşitli yerlere astıkları “Biz işçiler neden evde kalamıyoruz?” pankartını gördüğümde aklıma Rousseau’nun sorusu geldi. İşçiler aynı basit soruyu sormuşlar. Bir soru formüle edildiğinde yanıt gündeme giriyor demektir.

Bilim yolu aydınlatır, ama son noktayı sınıf mücadelesi koyar.