Yeni-Osmanlıcılık
09-08-2020 07:28Mustafa Kemal Atatürk’ün kişisel mirasına, Atatürk Orman Çiftliğine ve İş Bankası hisselerine istediği gibi hükmetmek isteyen AKP’nin vakıfların dokunulmazlığından söz etmesi ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.
Candan Badem
Osmanlıcılık siyaseti 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında Osmanlı devletini bir arada tutabilmek için din farkı gözetmeksizin bütün Osmanlı tebaasını eşit ve ortak bir kimlikte birleştirme siyasetinin adıydı. 1876 Anayasasının 8. maddesi “Devlet-i Osmâniyye tâbiiyetinde bulunan efrâdın cümlesine herhangi din ve mezhepte olursa olsun bilâ istisnâ Osmanlı tabir olunur” diyordu. Tanzimatçı aydınların bu siyasetine karşılık 2. Abdülhamid (1876-1909) İslamcılık siyasetini izledi. 1908 İkinci Meşrutiyet Devriminden sonra iktidara gelen İttihatçı bürokrasi de giderek daha çok Türkçülüğe yönelmekle birlikte Türkiye’de sağın bugün de temel ideolojileri olan, İslamcılık, milliyetçilik (Türkçülük) ve liberalizmin karışımı olan bir siyaset izledi. Cumhuriyet yönetimi, saltanat ve hilafeti ve anayasadan “devletin dini İslamdır” maddesini kaldırdı ancak gericilikle kesin bir hesaplaşmaya girmedi çünkü cumhuriyeti kuran parti (CHP) sırtını burjuva sınıfına dayamıştı. O yıllarda Türkiye’de güçlü bir işçi sınıfı ve güçlü bir komünist hareket olmadığı halde Sovyetler Birliğinin uluslararası prestiji ve Avrupa’da gelişen faşizmden dolayı Türkiye’de de CHP iktidarı komünistlere zulüm etti, ırkçılara müsamaha gösterdi. Komünist şair Nazım Hikmet’in 1938’de donanmayı isyana teşvik etmek gibi tamamen uydurma bir suçlamayla 27 yıl hapse mahkum edilmesi bunun bariz örneklerindendir. 1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra İnönü gericilikle ve eski sultan yanlılarıyla uzlaşma siyaseti izledi. Laiklik ilkesi de ekonomide bir süre uygulanan devletçi politika da 2. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin ABD ve NATO çizgisine girmesiyle birlikte zayıfladı. 1950’den itibaren kısa aralıklar haricinde Türkiye’yi muhafazakar, gerici, Amerikan yanlısı, Türkçü ve Osmanlıcı hükümetler yönetti. Bununla birlikte Türkiye sağının temel özelliklerinden birisi kendisini sürekli mağdur göstermesidir. Günümüzde devletin bütün kurumlarını ele geçirmiş olan AKP gericiliğinin da hala mağdur rolünü oynaması tipiktir. Gericiliğin yine tipik olan ikinci özelliği de Osmanlı’yı idealize etmesi ve Osmanlı toplumuna emekçi halkın penceresinden değil sarayın penceresinden bakmasıdır. Bu dosyadaki öteki yazılardan görüleceği üzere, Osmanlı devlet sistemi Anadolu köylüsünün çeşitli aracılar, mültezimler eliyle zalimce sömürülmesine dayanıyordu. Liyakatsizlik, rüşvet ve adaletsizlik Osmanlı bürokrasinin iliklerine dek işlemişti. 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’nın zoruyla girişilen reformların hepsi yarım yamalak kalmıştı. Bir görevde uzun süre kalamayan Osmanlı ricalinin uzun vadeli planları hiçbir zaman olmamıştı, Babıali’nin başlıca kaygısı Avrupa’nın baskılarını birtakım sözlerle savuşturmak, oyalamak ve düvel-i muazzamayı (Avrupa emperyalist güçlerini) birbirine karşı dengelemekten ibaretti. 1856’da gayrimüslim Osmanlı tebaasının Müslümanlarla eşitliği sözde kabul edilmiş ancak pratikte hiçbir zaman uygulanmamıştı. Örneğin 1909 yılına gelinceye değin gayrimüslimler Müslümanlarla birlikte askerlik yaptırılmamış bunun yerine bedel-i askeri vergisi ödemeleri sağlanmıştı.
2002’den beri AKP iktidarında filizlenen yeni Osmanlıcılık ilk başta cumhuriyete doğrudan düşmanlığını ilan etmeden sinsice altını oydu. Bugün geldiğimiz noktada gericiler artık niyetlerini açıktan söylüyorlar. İlk başta ekonomide dışa açılma, özelleştirme, tütün, fındık, şeker pancarı vb üreticilerini ve bütün çiftçileri uluslararası tekellerin insafına terk etme, yabancı sermayenin önündeki bütün engelleri kaldırma siyasetiyle AB ve ABD’nin tam desteğini alan AKP, siyasette de “askeri vesayete” karşıymış gibi yaparak yurt içindeki bazı kullanışlı aptal liberallerin de desteğini aldı. Kürtlere yönelik de din kardeşliği ve ne idüğü belirsiz bir “çözüm süreci” söylemiyle Kürt hareketini de nötralize etmeyi başardı. Bunun en bariz örneği Kürt siyasi hareketinin 2010’da anayasa referandumunu boykot ederek AKP’nin değirmenine su taşıması oldu. Bu referandum ile yüksek yargıyı ele geçiren AKP yargıyı kendine bağlamayı başardı. 2016’daki ne idüğü belirsiz darbe girişiminden sonra OHAL ve KHK’ler ile binlerce muhalifi ordudan, bürokrasiden ve akademiden tasfiye eden AKP için geriye laik solun “kültürel hegemonyasını” kırmak kalıyordu. Selçuklu kümbetinin arkasına yurt binası diken beton kafalı müteahhitler partisi AKP’nin aydınlar ve sanatçılar arasında kültürel hegemonya kurması elbette mümkün değil, AKP ancak kendi İslamcı yarı aydınlarını ve sanatçılarını yaratabilir ve yapmakta olduğu da budur. Vasıfsız yandaşlara TRT ve belediyelerin kültür-sanat bütçeleri akıtılmıştır.
Yeni Osmanlıcılığın tarih alanındaki dergisi, Fethullah Gülen’e övgüleriyle tanınan Mustafa Armağan’ın yönettiği Derin Tarih oldu. AKP’nin gücüyle paralel olarak giderek artan bir dozajla cumhuriyete saldıran bu paçavra, Ağustos 2016 sayısında, Abdülhamit’in tahttan indiren Hareket Ordusunda Mustafa Kemal’in de bulunup bulunmadığını soran bir okur mektubunu “Hainler arasında var mıydı?” başlığıyla vermeye cesaret etti. Derin Tarih, İslamcıların bilinen tipik tezlerini ısıtıp yeniden pazarladı. Örneğin milli mücadeleye düşmanca faaliyetleri yüzünden asılan İskilipli Atıf Hoca gibi gericileri şapkaya karşı olduğu için asılmış gibi gösterdi. Siyasal İslamcıların ve yeni Osmanlıcıların Osmanlı’ya dair bilgisi genelde bir cehalete ya da olguları çarpıtmaya dayanır. Osmanlının son döneminin paranoyak müstebit padişahı 2. Abdülhamit hakkındaki bütün iddiaları buna güzel bir örnektir. Örneğin, hükümdarlığı döneminde Kıbrıs’ı, Kars, Ardahan, Batum’u vb elden çıkarmış olan Abdülhamit’in hiç toprak kaybetmediğine inanırlar. Düyunu Umumiye 1882’de onun döneminde kurulmuş olduğunu görmezden gelirler. 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Abdülhamit’in İstanbul’da oturduğu yerden telgrafla ordunun çeşitli kademelerine gereksiz müdahalelerle orduyu paralize edip hezimete katkıda bulunduğunu görmezden gelip büyük bir strateji uzmanı sayarlar. Abdülhamit’in emperyalist güçleri birbirine karşı denge unsuru olarak kullanmasını büyük deha olarak görürler, oysa bu politikanın uzun vadede işe yaramadığı ortadadır. Örneğin 1877-78 savaşında İngiltere ve Fransa, 1853-56 Kırım Savaşında olduğu gibi Osmanlı’nın yardımına koşmamıştır. İngiltere tek kurşun atmadan Kıbrıs’ı Abdülhamit’ten almıştır. Rusya ve İngiltere hükümdarları Osmanlı’ya karşı politika konusunda Haziran 1908’de anlaşmışlardır. Yeni Osmanlıcılar Abdülhamit’i mağdur göstermek için, Erdoğan’ın yaptığı gibi, eceliyle ölmüş olan adamı İttihatçılara öldürtmekten bile çekinmezler. Yeni Osmanlıcıların başka bir kahramanı Abdülhamit’in bile mecnun olarak gördüğü bir başka gerici ve cumhuriyet düşmanı olan Said Nursi’dir. (Bu konuda iyi bir araştırma için bkz. Emrah Cilasun, Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursi Gerçeği, Tekin Yay.).
Siyasal İslamcıların ve yeni Osmanlıcıların tipik iddialarından biri de 1928’de alfabe reformundan dolayı halkın bir gecede cahil kaldığı iddiasıdır. Oysa gerçekler tam tersidir: Alfabe reformundan önce % 10 civarında olan okuryazarlık oranı hızla artmıştır. Bu gülünç iddianın devamında “dedelerimizin mezar taşlarını” okuyamıyoruz palavrası gelir. Yeni Osmanlıcıların en sevdiği edebiyatçılardan olan gerici Necip Fazıl Kısakürek’in 1930’larda İş Bankası genel müdürü Celal Bayar’dan aldığı reklam parasıyla dergi çıkarması ve 1950’lerde gerici Menderes’ten örtülü ödenek parasıyla beslenmesi gibi günümüzün Derin Tarih’i de AKP yönetimindeki devlet bankaları, belediyeler ve AKP güdümündeki büyük şirketler tarafından adeta reklama gark edilmiş durumdadır. İBB’nin el değiştirmesi sonrasında İBB reklamları kesilmiş olsa da öteki yandaş kamu kurumları ve şirketlerin desteği devam etti.
Derin Tarih’in Eylül 2019 sayısında kendisine Marksist diyen Fikret Başkaya’nın sol ve Kemalizm üzerine verdiği demeç tam bir ibret belgesidir. Marksistler Kemalizmi elbette eleştirirler ve eleştirebilirler ancak bunu gericiliğin koçbaşı konumundaki bir paçavrada yapmak için insanın akıl ve izandan yoksun olması gerekir. AKP adım adım laikliği yok ederken, “Türkiye’de laiklik tehlikede değil” demiş olan bu “Marksist”imiz AKP’nin değirmenine su taşıyanların sol liberallerden biriydi. Bu arada AKP değirmenine su taşıyan sol liberallerin asıl dergisi Birikim’i de unutmayalım.
Yeni Osmanlıcılığın son hamlesi olan Ayasofya’nın camiye çevrilmesi ve ardından Abdurrahman Dilipak gibi gericiler aracılığıyla hilafet çağrıları yapması AKP’nin cumhuriyet düşmanlığında yeni bir aşamayı daha geçtiğinin göstergesidir. AKP’nin bu saldırısı karşısında CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin “davet gelirse namaza katılırım” demesi de düpedüz CHP’nin kendi kurucu önderine ihanettir. AKP, açıktan Atatürk’ü hedef alırken CHP genel başkanının karşı değiliz demesi ve cumhurbaşkanı adayının da muktedirle aynı safta namaza hazır olduğunu beyan etmesi CHP’nin geldiği noktayı göstermektedir. CHP bunları yaparken, Fethullah Gülen’in bir derneğinin eski yöneticisi olup Diyanet’in başkanlığına atanmış olan Ali Erbaş, 24 Temmuz günü Ayasofya’nın ilk cuma namazı hutbesinde Atatürk’ü hedef alarak “Bizim inancımızda vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar. Vakfedenin şartını çiğneyen lanete uğrar!” dedi. Diyanet’in başının vakıf dokunulmazlığından söz ederken Fatih Sultan Mehmet’e referans vermesi ironik çünkü Fatih’in kendisi vakıf bozan bir padişahtı. Fatih tahta oturduktan sonra binden çok vakıf köyü ulemanın elinden alarak miri arazi yapmış ve tımar olarak sipahilere dağıtmıştı. AKP iktidarının gayrimüslim vakıflarının birçoğunun mülkünü hala vermemiş olduğu da bilinen bir gerçek. Örneğin, AKP Sansaryan Han’a el koyup ihaleye çıkardı. Mustafa Kemal Atatürk’ün kişisel mirasına, Atatürk Orman Çiftliğine ve İş Bankası hisselerine istediği gibi hükmetmek isteyen AKP’nin vakıfların dokunulmazlığından söz etmesi ikiyüzlülükten başka bir şey değildir.
Bugünkü AKP iktidarı emperyalizme bağımlı ve ABD çizgisinde olmakla birlikte İslamcıları ve yeni Osmanlıcıları tamamen ABD denetiminde görmek yanlıştır. Türkiye’de gericiliğin tarihi ABD emperyalizminden daha eskidir ve 2. Abdülhamit zamanında olduğu gibi günümüz dünyasında da emperyalistler arası çelişkilerden dolayı Türkiye gericiliğinin bir manevra alanı her zaman olmuştur ve olacaktır. Nitekim bugünkü Rusya’daki oligarşik rejim, birçok konuda (Kırım, Suriye, Libya vs) aradaki çelişkilere rağmen, AKP iktidarına ciddi bir manevra alanı kazandırmaktadır. AKP, Rusya’dan S-400 savunma sistemlerini alarak NATO’ya karşı ciddi bir pazarlık gücünün olduğunu göstermiştir. Ne var ki Türkiye gericiliğinin ufku emperyalist hiyerarşi içinde biraz daha yükselmekten ibarettir. 1990’larda SSCB dağıldıktan sonra Özalcı burjuvazi eski Sovyet Türki cumhuriyetlerinde liderlik hevesine kapılmıştı. Türkiye burjuvazisi birtakım inşaat projeleriyle buralarda epey para kazandı ancak siyasi ve kültürel çapı Türki cumhuriyetler arasında liderlik kazanmak için yeterli olmadı. 2002’den beri AKP’nin yürüttüğü yeni-Osmanlıcı siyasetin de Arap dünyasında AKP’ye bir prestij kazandırmadığı açıktır. Mavi Marmara olayında AKP’nin Filistin davasını savunmakta ne kadar samimiyetsiz olduğu ortaya çıkmıştır. “Van münüt” ile başlayan süreç “bana mı sordunuz?” ile bitmiştir. Komşularla “sıfır problem” diye başlayan AKP dış işleri bakanı ve başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinliğinin” de boş olduğu ortaya çıkmıştır. Kudüs’ü ziyaret etme planları gibi Şam’da cuma namazı kılma planları da gerçekleşmemiştir. Bununla birlikte AKP’nin esas başarısı dinciliği bir norm olarak kabul ettirmesi ve burjuva muhalefet partilerini politikasız bırakmış olmasıdır. AKP’nin hamlelerini ekonomik sorunları gündemden uzak tutma hamlesi olarak görüldükçe AKP vites yükseltmektedir.