RÖPORTAJ | Avukat Bilgütay Hakkı Durna: Hedefimiz bağımsız ve güçlü barolar
"Avukatlar bağımsız ve güçlü baroların varlığı ile mesleklerini bağımsız bir şekilde yürütebilirler. Hedefimiz de bu olmalı. Bağımsız ve güçlü barolar. Bunun ise yolu tektir, katılımcılığı sağlamak."
Şu sıralar kamuoyunun en çok tartışılan gündem maddesi AKP’nin çoklu baro düzenlemesi adı altında savunmaya yönelik müdahalesi. Gerek baro başkanlarının itirazları ve binlerce katılımcı ile düzenlenen savunma mitingleri gerekse Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun kendisine yüklediği “arabulucu” misyonunun tepkilere neden olması bu başlığın gündemdeki yerini koruyacağını gösterir nitelikte. Biz de sözü aynı zamanda konunun doğrudan muhatabı olan günlerdir barolara yönelik saldırılara karşı mücadele eden ‘savunma’ya verdik.
AKP’nin savunmaya müdahalelerinin arttığı şu günlerde Hukuk Defterleri Dergisi Danışma Kurulu Üyesi Avukat Bilgütay Hakkı Durna ile çoklu baro düzenlemesi, baroların önündeki yol haritası, TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’nun tepkilere neden olan tavrı ve yeni rejimin hukuku üzerine konuştuk.
Kamuoyunun gündeminde bu sıralar en çok tartışılan başlık AKP’nin savunmaya yönelik saldırıları. AKP’nin tekrar gündeme getirdiği ve akabinde hızlıca Meclis gündemine gelen çoklu baro sistemini, iktidarın bu düzenlemedeki ısrarının nedenini biraz açabilir misiniz?
Tabi, çok fazla nedeni var ve bunlara değineceğiz. Ama bunu yangından mal kaçırır şekilde yapmalarının esas nedeni iki yılda bir toplanan baro genel kurullarının önümüzdeki sonbaharda yapılacak olması. Ve yine dört yılda bir toplanan Türkiye Barolar Birliği (TBB) genel kurulu da 2021 yılında. Yani baro yönetimleri sonbaharda yapılacak seçimlerle yeniden şekillenecek ve bunun yanında bu seçimlerde belirlenecek TBB delegeleri de yeni TBB yönetimini belirleyecek. Yapılacak düzenleme ile esasen bu seçimlere müdahale hedefleniyor.
Peki neden böylesi bir değişiklik? AKP iktidarı bugüne kadar tüm kurumları teslim alma, ardından da kendi uydusu haline getirme hedefiyle hareket etti. Bunda oldukça da yol aldı. Hatta yolun sonuna geldi diyebiliriz. Ülkede artık müdahale edil(e)meyen kurum sayısını parmakla sayabilirsiniz. Teslim alınamayanları etkisizleştirmek de AKP’nin diğer bir yöntemi. Önce etkisizleştirme, sonra tasfiye. Barolar da bu kurumların başında geliyor. AKP’nin özellikle büyük kent barolarında yönetime gelmesi neredeyse olanaksız. İşte bu nedenle “çoklu baro”. Madem ele geçiremiyorum, mesleki özgürlüklerini ellerinden alayım, etkisizleştireyim!
Teklife göre, avukat sayısı 5 binden fazla olan barolarda2 bin avukatın yazılı başvurusu üzerine o ilde yeni bir baro kurulabilecek. Bunun anlamı, bugünkü sayılarla İstanbul, Ankara ve İzmir’de birden fazla baro kurulabilecek demek. Yine teklifle, görev sürelerine bakılmaksızın baro seçimlerinin (tabi teklif yasalaşınca, aynı ilde birden fazla baro kurulunca, o il için birden fazla seçimin) 2020 yılı Ekim ayı, TBB seçimlerinin ise 2020 yılı Aralık ayı içinde yapılması öngörülmekte. Baroların Türkiye Barolar Birliği genel kuruluna göndereceği delege sayısında da değişiklik yapılıyor. Aslında düzenleme ile temsilde adalet ilkesi çöpe atılıyor, başta İstanbul, Ankara, İzmir olmak üzere, üye sayısı fazla olan baroların ve aynı anlama gelmek üzere bu kentlerdeki avukatların iradesi yok sayılıyor.
Tabi “çoklu baro” formülü ile AKP bugün için ihtiyacını karşıladığını düşünmektedir. Bu nedenle yapılan bir dizi tartışma teklifin dışında bırakılmış gözüküyor. Nasılsa “yasa yapma” yöntemleri baştan sona yöntemsizlik/kuralsızlık olduğundan bir süre sonra yeniden bu düzenleme ile oynayabilirler.
Avukatlık Yasası ile barolara hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak ile bu kavramlara işlerlik kazandırmak görevi verilmiştir. Rahatsızlık da esasen baroların yasadan kaynaklanan bu görevlerini oldukça etkin kullanmalarından kaynaklanıyor. Şimdi muhtemelen kendi kuracakları barolar ile bu alana müdahaleyi düşünüyorlar. Nasıl olacağını hep beraber göreceğiz. Olamazsa -ki bence olamayacak, beceremeyecekler- dediğim gibi yasa ile yeniden oynarlar.
AKP’nin savunmaya yönelik saldırılarına ilişkin çoğu baro başkanının çağrısı ile Ankara’ya gerçekleştirilen Savunma Yürüyüşü’nü değerlendirecek olursak; gerek baro başkanlarına yönelik fiziki müdahaleler gerek TBB Başkanı Feyzioğlu’nun aynı gün Anıtkabir’de verdiği fotoğraf gerekse sonrasında yapılan açıklamalar göz önünde bulundurulduğunda, baroların bu düzenlemeye ilişkin önümüzdeki dönem yol haritası nedir? Savunmanın önünde nasıl bir mücadele planı var?
Baro başkanlarının savunma yürüyüşüne müdahale, ardından Meclis önünde bekleyen avukatlara gazlı saldırı birçok şeyin yanında doğrudan anayasal hakların iktidar tarafından ihlali. Öncelikle bunu not olarak kaydetmeliyiz.
Bunun yanında esasen önümüzdeki dönem mücadele planı nedir sorunuz önemli. Soru bu süreçte daha da önem kazandı. Ama üzülerek söylemem gerekiyor, görünen o ki baroların doğru dürüst bir yol haritası yok. Bu nedenle de önümüzdeki günlerde baroları aşan bir şekilde savunmanın tüm bileşenlerinin nasıl bir yol izleyeceği önem kazanıyor.
Biraz önce belirttim, savunma bugüne kadar “örgütsel yapı” olarak teslim alınamadı. Bu nedenle de sürekli olarak etkisiz hale getirilmek istendi. Tüm geçen yıllar boyunca avukatlar ve örgütleri iktidarın ağır saldırılarına maruz kaldı. Ancak buna bir ek yapmak zorundayız: Avukatlar ve onların örgütü olan barolar tüm bu yaşananlara karşı bir bütünlük içerisinde direnç oluşturamadılar. Baroların büyük çoğunluğu uzunca bir süredir siyasetsiz ve sessizler. Bugün baroların doğru dürüst bir yol haritasının olamaması da bu halin doğal bir sonucudur.
Oysa hep dillendirdik, savunma mesleğinin karşı karşıya olduğu saldırı ancak avukatların gücünün harekete geçirilmesiyle savuşturulabilir, mücadelesine avukatı katmayı başaramayan baro yönetimlerinin çabası etkisiz ve yetersiz kalacaktır. Bugün de durum budur. Barolar bu süreçte de son ana kadar esasen avukatları, hatta bırakın avukatları delegeleri dahi dışarıda bırakan, başkanların sembolik eylemlerine indirgenen bir tarzı tercih ettiler.
Hukuk grupları ve dernekleri avukatların süreçlere katılımının önemini sürekli vurguladılar. Avukat Hareketi de açıklamalarında sürekli olarak “müzakereci değil mücadeleci baro” sloganını kullandı. Bunun oldukça önemli olduğunu ve önümüzdeki dönemin temel çalışma biçimini bu sloganın belirleyeceğini düşünüyorum. Bizlerin çabası bu yönde olacak.
Bu sürecin nasıl sonlanacağını şu anda tam olarak bilemeyiz. Teklif yasalaşabilir, önümüzdeki dönem çoklu baroların olduğu bir dönem olabilir. Ama şunu bilmeliyiz ki teklif yasalaşsa dahi bu oyun bozulabilir. Bu süreçte bahsettiğim tüm yetersizliklere rağmen avukatların eylemliliklerini, bu eylemliliklere katılım sayılarını oldukça önemsiyorum. İşte önümüzdeki dönemin belirleyeni bu tarz olmalıdır. Avukatlar bağımsız ve güçlü baroların varlığı ile mesleklerini bağımsız bir şekilde yürütebilirler. Hedefimiz de bu olmalı. Bağımsız ve güçlü barolar. Bunun ise yolu tektir: Katılımcılığı sağlamak.
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’na yalnızca barolardan değil, bazı TBB yönetim kurulu üyelerinden de istifa çağrısı geldi. Feyzioğlu’nun bu süreçteki haklı tepkilere neden olan açıklamalarını ve tavrını biraz değerlendirebilir misiniz?
Sanırım Feyzioğlu’nu içermeyen bir söyleşi olanağımız yok. Bundan kaçış da yok. Kısaca söyleyeyim, kendisi artık bir meslek örgütünün başkanı değildir. Avukatlar arasında temsil ettiği herhangi bir toplam da yoktur. TBB Başkanı olmak sorumluluk gerektirir. Metin Feyzioğlu bu sorumlulukları taşıyamamıştır. “Avukatsız” bir hukuk sisteminin istendiği, bunun için “uyumlu” bir savunmanın yaratılmaya çalışıldığı bir dönemde mesleğin yok edilişini seyreden biridir kendisi. Hakkında ileride yazılacak olan budur.
Ancak bu söylediklerime bir ek yapmak isterim. Feyzioğlu basiretsiz değildir. Bilinçli bir davranış içerisindedir. Bahsettiğim duruş O’nun bir tercihidir. Çünkü “diğer” tarafta kendisine bir yer aramaktadır. Yaptığı da buna uygun davranmaktadır.
Savunmaya yönelik saldırılar ve AKP-Cemaat koalisyonunun yargıda yarattığı dönüşüm ne ölçüde paralellikler taşıyor? Birbirlerini tamamlayan müdahaleler mi bunlar?
Mutlaka paralellikler var. Ama esasen “süreklilik” üzerinden bir tanımlama daha doğru olacaktır. Nasıl AKP’nin ilk dönem yargı pratiği ile kendisinden önceki dönemlerin “hukuksuzluklar”ı arasında bir süreklilik bulunmakta idiyse, bugün yaşadığımız “hukuksuzluklar” ile geçen dönem arasında da bir süreklilik bulunuyor.
Hepimiz hatırlıyoruz, yaşanan süreç “vesayet rejiminin sona erdirilmesi” olarak tanımlanmıştı. Liberal ve dinci yazarların en önemli ideolojik silahlarından biri “vesayet rejimi” kodlaması olmuştu. Asker vesayetine son verilmesi ve ileri demokrasinin kurulması için mücadele ediliyordu(!) Tüm bu süreçlerde davalara da özel bir rol biçilmişti. Nasıl ki Birinci Cumhuriyet’in tasfiyesinde ve toplumun şekillendirilmesinde bir dizi dava özel bir rol oynadı ise, İkinci Cumhuriyeti kalıcılaştırmak için de davalara özel bir rol biçildi. Gelinen noktada, memleketi davalar üzerinden hizaya sokma dönemi bitmediği gibi, aslında bu işin tek failinin de Cemaat olmadığını görmüş olduk.
“Çoklu baro” da hep söylendiği gibi bir “FETÖ projesi” olabilir, ama bugün böylesi bir ifade yanlış olmasa bile oldukça eksikli kalacaktır. Esasen ortada bir “AKP projesi” bulunmaktadır.
Özetle, siyasi iktidar için yargı oldukça kritik bir alan. Bahsi geçen tüm bu davalar gericiliğin siyasal ve toplumsal alana tamamıyla hâkim olma çabasında da önemli birer araç oldu.
Ve burada teslim alınamayan bir savunma ayağı var. Bu nedenle dönüşüm bir türlü tamamlanamamaktadır. Uzun zamandır avukatlık mesleğinin kamu hizmeti vasfı da törpülenmekte, meslek daha da piyasalaşmaktadır. Şimdi çoklu baro sistemi ile bu başlıklarda daha rahat at koşturacaklarını düşündükleri açık.
Ama bilinmelidir ki, avukatların etkisizleştirilmesi doğrudan yurttaşların adalete erişimini etkileyecektir.
Siz gerek köşe yazılarınızda gerekse makalelerinizde ‘yeni rejimin kendi hukukunu yaratması’ olgusunu sıklıkla kullanıyorsunuz. 2010’daki Anayasa Referandumu bir kırılma idi Türkiye açısından. Bugün geldiğimiz noktaya baktığımızda tüm bu yaşananları tarif etmek için kullanılan ‘hukuksuzluk hali’ tanımı yeterli mi? Bu ülkenin yurttaşları olarak yaşadığımız bir hukuksuzluk mu, yoksa yeni rejimin hukuku mu?
Şimdi yapmak istedikleri 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan Anayasa Referandumu’nda kabul edilen başkanlık sisteminin yani Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin kurumlarının oturtulması isteği ve çabasıdır. Burada basit bir bürokratik meşgaleyi kastetmiyorum. Çaba İkinci Cumhuriyet olarak adlandırdığımız, AKP eli ile vücut bulan ve 1923 Cumhuriyeti’nin kuruluş paradigmalarının yerine inşa edilen rejimin yerleştirilmesi çabasıdır. Burada bir not olarak eklemem gerekiyor, İkinci Cumhuriyeti tek savunan AKP değildir. Düzen içi hiçbir aktörün İkinci Cumhuriyet rejimi ile bir sorunu olmadığı görülüyor. Aralarındaki mücadele, rejimin yapılandırılmasının nasıl olacağına ilişkindir.
Bunun yanında uzunca bir süredir ülkede hukuk güvenliğinin kalmadığından da bahsediyoruz. Hukuk dışı uygulamalar almış başını gitmiş durumda. Adil yargılanma ilkesi rafa kaldırıldı. Savunma hakkının pratik sonucu gözaltına alınan, tutuklanan avukatlardır. Uzun zamandır yasaların torbaya doldurulduğundan şikâyet ediliyordu. Artık onlar da yok. Kararlar ve kararnameler dönemindeyiz. Parlamento devre dışı bırakılmış, “yasa yapma yetkisi” dâhil, yetkileri “yeni biçimi” ile yürütmeye devredilmiştir. Yani, sağduyulu herkesin ortaklaştığı üzere, bu ülkede hep olagelen “hukuk dışılık” ötesinde bir noktadayız. Yalnız Türkiye’ye ait bir gidiş de değil bu. Tüm dünyada burjuva demokrasisinin ve klasik anayasacılığın bu anlamda tasfiye edildiği, daha otoriter bir döneme doğru gitmekteyiz.
Sorunuza gelirsek, evet, hukukun -oldukça tartışmalı bir kavram kullandığımı bilerek kullanıyorum- “evrensel” değerlerinden neredeyse tamamen uzaklaşılmıştır. Peki, buna rağmen tüm bu tabloyu, yalnızca “hukuksuzluk” olarak tanımlamak yeterli midir? Biraz önce ifade ettiğim gibi, AKP dönemi yargı pratiği ile kendisinden önceki dönemlerin “hukuksuzluklar”ı arasında bir süreklilik bulunmaktadır. Ancak, ülkeyi dönüştürme misyonu ile hareket eden, Birinci Cumhuriyet’i sonlandıran, İkincisini ise kurumsallaştırma gayreti içerisinde olan aktörlerin hukuk ile kurdukları ilişkiyi eğer yalnızca buradan açıklama çabası ile yetinirsek oldukça eksikli kalacaktır. Unutmayalım, bugünkü rejim, İkinci Cumhuriyet zaten “kuralların ihlali” ile oluşturulmuştur.
Bu nedenle “yeni” bir hukuk yaratıldığını düşünüyorum. Bu ifadeyi kullanmayı tercih ediyorum. “Yeni” Cumhuriyet kendi hukukunu yaratmaktadır. AKP eli ile bu süreçte hukuka yeni bir anlam yüklenmiş, hukuk siyasetin merkezine en çıplak hali ile çekilmiştir. Bu anlamı ile ülkede yaşananlar basit anlamı ile bir “hukuksuzluk” hali değildir. Esasen, egemen ideolojinin temel bileşenlerinden biri olarak, hukuk varlığını sürdürmektedir. Bu anlamı ile de bir başıbozukluk değil, aksine bir mekanizma bulunmaktadır.
Hukuk bu süreçte “zor aygıtının bir parçası” olmanın yanında, esasen bir meşruluk kaynağı olarak da kullanıldı. Yargı ise bu süreçte tamamen operasyonel bir araca dönüşmüş, kuralsızlığı en çıplak hali ile kural haline getirmiş, bunların yanında tüm süreç boyunca “kişiliksiz” bir tutum sergileyerek her döneme uygun şekil alabilmiştir. Nihayetinde, kendisini İkinci Cumhuriyet’in asli unsuru olarak deklare etmiş, yeni bir kimlik oluşturmuş ve kararlarını “yeni” cumhuriyetin ihtiyaçları doğrultusunda veren bir yapıdan bahsetmekteyiz. Tabi bu sürece direnen, direnmenin ötesinde kanımca bir gelenek yaratan YARSAV/Yargıçlar Sendikası bileşeni yargıç ve savcıları unutmadan bu tespiti yapmalıyız.
Devletin temel organları, artık anayasadaki kurallara ya da yasalara göre davranmamaktadır. Önümüzde yeni bir yargılama pratiği de durmaktadır. Buna ilişkin birçok dava örnek olarak gösterilebilir. Ben Çağdaş Hukukçular Derneği ve Halkın Hukuk Bürosu üyesi avukatların yargılandığı davayı hatırlatmak isterim. Ne yazık ki bu yeni yargılama pratiğine karşı “eski” savunma pratiği ile karşılık verilmeye çalışılmaktadır.
Her şey bir yana, genel doğruların sürekli tekrarından ibaret hale gelen “tarz” ile hala neden yol alınmaya çalışılmaktadır, bu anlaşılmaz bir durum. Tüm bunlar üzerine düşünmeliyiz.