İnsan var olduğu sürece sanat da var olmuştur diyebiliriz. Çünkü insan sosyal bir canlıdır, iletişim kurmak ister haliyle. Sanat da bu ihtiyaca bir araç olmuştur. İnsanlar duygularını düşüncelerini karşı tarafa aktarabilmek için ve sadece karşı tarafa değil kendinden sonraki nesile de bilgisini sunmak için bu aracı kullanmışlardır. Ve bugün bu aracın en eski dallarından biri olan tiyatronun günüdür. 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü. Ancak kapitalizm her konuda olduğu gibi tiyatro konusunda da kendini göstermeden edemiyor. Tiyatroya vurulan darbeler gün geçtikçe artıyor. Sahnelere, oyunculara, senaryolara yapılan haksızlıkları, düzenin sanata olan etkisini bu anlamlı günde tiyatro emekçisi Gülsen Tuncer ile yaptığımız röportajda kendisinden dinledik.
Röportaj: Lebibe Güner
Sosyalist Kültür: Dünya Tiyatrolar Günü’ndeyiz ama insanlık zor bir süreçten geçiyor. Salgın bir hastalıktan, savaştan, depremden yüzümüzü kaldırıp gözlerimizi sahneye dikemedik bir türlü. Ne dersiniz bu konuda?
Gülsen Tuncer: Şimdi şöyle demek belki daha doğru olabilir. Bir söz vardır biliyorsunuz: “Bütün dünya bir tiyatro sahnesidir” diye. Bu çok doğru bir sözdür çünkü gerçekten yaşam bir sahnedir, biz de onun parça parça bazı olaylarını izliyoruz. Her an interaktif bir şekilde dünyada bir şeyler yaşanıyor. Bunları izliyoruz. Yani gözümüzle, bedenimizle, zihnimizle bunları izliyoruz. Bir dönüşüm hâlinde, bir olaylar geçidi hâlinde… Şimdi baktığımız zaman dünyada dualitenin yaşandığını görürüz. Her şeyde vardır bu dualite; gece-gündüz, siyah-beyaz, iyi-kötü gibi. Burada da baktığımız zaman dünya sahnesinde bize gösterilen muhteşem, en büyük, en yüce ve dünyayı yönetecek olan kuvvet diye gösterilen ilkelerin yönetimlerinin nasıl çöktüğünü gördük değil mi?
Aslında bugün bir trajedi yaşanıyor. Bunlar nelerdi? Amerika idi. Amerika Birleşik Devletleri’nin ne kadar yenilmez bir güç olduğunu, bu yenilmez güç tarafından da bütün dünyanın yönetilmesi hakkının ona verilmesi gerektiği… Öte yandan bir Küba, küçücük bir ülke. Güçsüz, cılız… Bize bu şekilde gösterildi. Oysa Küba’nın ne kadar yüksek bir güce sahip olduğunu biz bu olayla da gördük. Keşke görmeseydik ama yaşam bize bunu gösterdi. Amerika ve Küba… Bugün Küba’nın ambargodan ötürü ülkesine bir kutu çivi giremiyor, bir kutu raptiye giremiyor ama bunun yanında da bütün dünyaya hem teknik olarak hem moral olarak iyi şeyler transfer etme gücüne kavuşmuş. Şimdi bir tiyatro izliyoruz biz aslında. Yaşama dair bir tiyatro. O kadar müthiş ve öğretici bir şey ki! Öbür taraftan Çin… Çin devrimi yani geçmiş 19. yy’da sömürgecilerin paspas ettiği Çin, bu belayla baş etmede öncül bir görevi oynuyor.
Biz yıllardır şunu anlatmaya çalıştık. Politika yaşamı belirleyen birinci derecede bir güç. Müthiş öğretici bir dönemden geçiyoruz. Yani bu dönemin adı –maske takma zorunluluğu var ya, ona ithafen – “Maskeler Düştü”. Artık ne doğru, ne yanlış insanlar kararlarını versinler. Fransa, İngiltere, Amerika, İtalya, İspanya… Geçmişin sömürgecileri nasıl paspas oldular. Ama onların sevmediği, beğenmediği, küçük gördüğü ülkeler nasıl sosyalizmle ileriye sıçrama ve ilerleme yaptılar. Aslında olaya bu yönüyle de bakmamız gerekiyor.
Tiyatro tabii çok çok önemli, ben onun bir üyesi olduğum için demiyorum. Yedi sanat içinden insana değen sanat olarak kabul ederim çünkü, tiyatro tene ten olarak yapılan bir sanattır. Evet yaygın ve etkileyici sinema yedinci sanat ama tiyatro hem çok eski kadim bir sanat olması. Yani bu ne? Mağara devrine kadar, Şamanlara kadar gelen ritüellerden bugüne ulaşan bir sanat. En etkileyici sanat çünkü tiyatro olayında etkileşim birebir olur. Doğru yapılan bir tiyatro olayında metin olarak, sunuş olarak, konum olarak doğru yerde yapılıyorsa birebir anlatmak istediğinizi direkt olarak izleyiciye verebilirsiniz. Bu bakımdan ben tiyatronun çok önemli bir sanat olduğunu ve yaygınlaştırılması gerektiğini isteyen biriyim.
“YAPTIĞIN HER İŞLE, ATTIĞIN HER ADIMLA TOPLUMA VE TARİHE KARŞI SORUMLUSUN”
S.K.: Günümüzde bildiğiniz üzere oldukça fazla özel tiyatro açılıyor. Açanların çoğunda tiyatrocu kimliği ya da geçmişi var. Bu bir yandan olumlu elbette ama diğer yandan insanın aklına şöyle bir soru geliyor: Eğer herkes yapabiliyorsa, bu kadar çok insan oyuncu olabiliyorsa oyunculuğun niteliği düşmez mi? Kısaca eskiden hangi oyunda kimlerin rol aldığı bilinirdi. Dilden dile dolaşıp beklenilirdi. Şimdi çok az oyunda bu duyguyu yaşıyoruz. Siz ne dersiniz bu konuda?
G.T.: Burada bir ikilem söz konusu. Ben tiyatronun yaygınlaşmasından yana olan bir insanım. Yani her mahallede her köyde, her fabrikada ve bu tür toplu bulunan yerlerde tiyatro yapılmalıdır. Bu çok önemli. Çünkü bir iletişim aracı olarak duyguların ve yüksek bilgilerin aktarılması için birinci derecede önemli. Bu nedir? Bu yaşamı yaşam yapan duygulardır. Tiyatro ile insanlara yardımlaşma, dayanışma özgüven, cömertlik, kendiyle yüzleşme, sağduyu tartımı, yetenekleri geliştirme, fedakarlık, saf sevgi, merhamet, dayanışma, alçak gönüllülük, yardım gibi duyguları verebilirsiniz. Şimdi bu çalışmaları ikiye ayırabiliriz; amatör çalışmalar ve profesyonel çalışmalar. Ben tiyatronun profesyonel çalışmalarının eğitimle olmasına inanan bir insanım. Tabii amatör tiyatrolara da yapılan işin, bilgilerinin aktarılarak yaptırılmasından yana bir insanım. Yani “saldım çayıra mevlam kayıra” gibi bir fabrikada bir tiyatro grubu oluşturuyorsun: “hadi siz yazın kendiniz oynayın” Bu çok yanlış bir şey.
Antibiyotik kullanımı gibi biliyor musunuz, sanatın topluma verilmesi de. Yani burada bir kontrol lâzım. Neye, kime, ne tiyatrosu yapıyorsun gibi… Şimdi anlatım çok önemli; birinci derecede eğitim, eğitim, eğitim! Her sanat dalının bir eğitim sürecinden geçmesi lâzım. Yani ben çok güzel tiyatro yapacağım deyip de kendini ortaya atanlardan yana değilim. Bunun bir eğitiminin olması lâzım. Nasıl ki piyanonun başına oturunca doğru sesler çıkaramıyoruz yahut işte elimize fırçayı boyayı alınca doğru resim yapamıyoruz, elimize keskiyi alınca heykel yapamıyoruz gibi tiyatronun da bir eğitim sürecinden geçen insanlar tarafından yapılması gerek. Bu fevkalade önemli ve bu eğitimi verenlerin de hakikaten donanımlı olması gerek bu bir. İkincisi; bütün sanat dallarında, özellikle tiyatroda ben usta-çırak ilişkisine inanan bir insanım. Tamam teknik olarak bazı şeyleri öğrenirsin ama bunun bir usta yanında, pratiğinin öğrenilmesi lazım.
Ben şanslı bir dönemdeydim. 60’lı yıllarda konservatuvara gittikten sonra çok büyük ustaların yanında çalışma fırsatım oldu. Yıldız Kenter, Ayla Algan, Ulvi Uraz ve daha niceleri… Bunlar büyük ustalar. Bunların yanında neyi nasıl yapacağını öğreniyorsun, şimdi demek ki bir teknik olarak bizim okullu olmamız gerekiyor. Nitekim cumhuriyetin ilk yıllarında da -buna sağduyu diyeceğim- konservatuarların açılmış olması, sanat okullarının açılmış olması, hem amatör tiyatrolara destek hem de bilgi ve teknik destek yollarının açılması, maddi olarak hatta… Bir de devlet ve şehir tiyatrolarının açılması.
Şimdi sizin sorunuza gelecek olursam evet birçok insan okullu da olsa kendini ortaya atıyor. Tiyatro dediğim gibi usta-çırak ilişkisidir: Nasıl beyin ameliyatı için sizin belli bir eğitimden geçmiş olmanız, bir asistanlık döneminden geçmiş olmanız… Kademe kademe yani. Önce asistan oluyorsun sonra yardımcı doçent, doçent, profesör oluyorsun. E yani şimdi tiyatroda da konservatuvarı bitirir bitirmez kendini ortaya attığın zaman… Ben bakıyorum bu dönemin tiyatro yapan kişilerine, benim dönemime göre birçok bakımdan daha donanımlı, çünkü bilgiye daha kolay ulaşıyorlar ama o bilgi daha ham. Neyi, ne zaman, nerede, niçin yaptığını bilmiyorlar. İkincisi, kendini heder ediyorlar. Şimdi bakalım: Eğitimimiz kimler tarafından nasıl veriliyor? Biz o eğitimi ne kadar hazmediyoruz? Bir repertuar var mı? Dikkat edin 60’lı 70’li yıllara her tiyatrocunun bir repertuarı vardır. Bu repertuar nedir, o tiyatro seyircisinin eğitimi için yapılan bir okul müfredatı gibidir. Yani birbiriyle çakışmayan replikler olsun yahut içte biçimsel olarak oyunlar hem kadro yetiştirir hem de izleyici üç aşağı beş yukarı hangi kaynaktan su içeceğini bilirdi. Şimdi herkes birdenbire yazıyor oluyor. Olur mu? O tiyatro yazarlığı o kadar önemli ki diyaloglara bakıyorsun Amerikanca çeviri gibi, İngilizce de değil, Amerikanca çeviri gibi ve bunun en büyük örneklerini filmlerimizde görüyoruz. Herkes Amerikanca çeviri gibi konuşuyor. Oysa tiyatro, dildir. Türkçeyi sen sahnede en iyi şekilde konuşmak zorundasın. Adam sokak dili ile konuşuyor yani. Neyi, nasıl, hangi dille konuşacağını Türkçe bilmeyen bir insan, nasıl Türkçe tiyatro yapar?
Peki, bu tiyatroyu sen niye yapıyorsun?
Adım duyulsun, işte benim bir albenim var, bundan insanları buraya çekmek istiyorum vs. ama böyle olmaz, her sanatçının bir toplumsal ve tarihi sorumluluğu vardır.
Yaptığın her işle, attığın her adımlar topluma ve tarihe karşı sorumlusun. Yanlış bir şey yaptığın zaman bunun insan beyinlerinde kalıcılığı vardır. Yani bu şey gibi: Bir yere nötron bombası atıyorsunuz; binalar, eşyalar zarar görmüyor ama insanlar yok oluyor, bunun gibi. Bunun bir kokusu yok, rengi yok ama insanların beyinleri insanların zihinlerini etkiliyorsunuz. Bu o kadar önemli ki… Bu insanlara sormalı, sen bunun hangi sorumluluk duygusu parantezini yapıyorsun? Bu işi sanat yapmak çok ciddi bir sorumluluk istiyor. Hadi ben çıktım yaptım. Toplumsal bir kapsamda kişisel olarak baktığımız zaman bu arkadaşların hiçbirinin sosyal güvencesi yok. Oysa bunların hepsi aynı zamanda bir işçi yani bir fayans ustası ya da bir elektrikçi yamağından farklı değil. Elimizle ve zihnimizle yapıyoruz biz bu işi; bu çocukların da sosyal güvencesi yok, sigortaları yok, sağlık güvenceleri o bakımdan zayıf. Hiçbir şekilde yarın güvenceleri yok. Bu şekilde yapılmaz, bunun bir zapturapt alınması lazım; yani 3 kişi bir araya geliyor, dizilerden kazandıkları parayı ortaya koyuyorlar, bir buçuk iki yıl yapıyorlar, hem maddi manevi zararı oluyorlar ve kendilerini ileri sıçratacak potansiyeli kaybediyorlar.
Bakın ben de 50 yıldır bu işi yapıyorum. Artık oynayacak profesyonel tiyatrolar olmadığı için ya tek kişilik okuma tiyatroları yapıyorum ya 2-3 kişi bir araya geliyoruz okuma tiyatroları yapıyoruz. Bu şekilde bir iletişim kurmaya çalışıyorum ve bana birçok insan “niye tiyatro kurmuyorsun” diyor. Yani bu tiyatro! Tavuk kümesi kurulur gibi kurulmaz. 5 tane çıta, 2 metre tel, hadi bakalım tiyatro kuruyoruz. Tiyatro kurmak için senin bunun altyapısını çok ciddi bir şekilde hazırlaman lazım yoksa ne olur bunun ömrü? Bir yıl olur, iki yıl olur. Böyle temelsiz bir şeyle yola çıkmanın ben çok doğru olduğu görüşünde değilim.
“TİYATROYA EN ÖNEMLİ DESTEK SOSYALİZMDEN GELDİ”
S.K.: Çok haklısınız, zaten birazdan soracağım soru da bu bahsettiklerinizle alakalıydı. Sabahattin Ali’nin “Her şey gibi sanatta bir hizmet ve mücadeledir.” sözü sizin için ne ifade ediyor yani az çok bence de girdiniz konuya ama…
G.T.: Vallahi bu çok doğru bir söz gerçekten. Demin de söylemek istediğim gibi bizim tarihimize baktığımız zaman, Cumhuriyet tarihine baktığımız zaman onca maddi-manevi yokluk içinde baktığınızda tiyatroya ne kadar önem verildiğini görüyoruz.
Demin de dediğim gibi konservatuarlar işte, gezgin tiyatrolara yapılan destek gibi çalışanlara karne veriliyordu falan filan. Şimdi bunun yanında dünya tarihine baktığınız zaman örneğin bir göz atın, Kuzey Vietnam’da savaş sırasında bir cephe gerisinde tiyatroları olduğunu görüyoruz. Çin devrimi yapıldı, Küba devrimi yapıldı. Bunlara baktığınız zaman buralarda onca yokluk… Çünkü bir devrim ya da savaş yaptığınız zaman maddi ve manevi olarak göçersin. Bu iki kere iki dört, matematiksel olarak böyle söyleyebiliriz. Ülke çöker: Vietnam çökmüştür, Küba çökmüştür, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken bir çöküntü üzerine kurulmuştur. Bu enkaz içinde, bütün bu parlak deneylerde bakıyoruz ki bunlar ilk fabrikaları açalım ilk şunları yapalım işte halka sağlık hizmetleri verelim derken üçüncü olarak da tiyatroya önem veriyorlar. Yani ne demek, Vietnam’da savaş oluyor ve dünyanın en korkunç düşmanına karşı -Amerika’ya karşı- savaşırken baktığımız zaman savaş gerisinde tiyatro yapıyorsun o kadar önemli ki… Oradaki insanların moralini düzeltmek için yapılan bir şey. O savaşı veren, o gün tek dilim ekmek ile karnını zor doyuran insana yapıyorsun. Küba ona keza, dediğim gibi deminki örnekler için tiyatroya en önemli destek veren ülkelerden biri ve bakın bugün de bize örnek olan ülkeler bunlar, öyle değil mi? Sosyalizmin bayrağını taşıyan…
Şimdi demin de bahsettiğim gibi bir dualite sistemi. Biz yıllardır sosyalizm sosyalizm diye kendimizi paralıyoruz işte. Çin ve Küba’nın bu son kabus dolu dönemde insanlığa sunduğu hizmetlere bak, hem kendilerini düze çıkarma savaşı verdiler hem de dünya yardım ediyorlar. Yani bundan daha büyük bir olumlama olabilir mi sosyalizm bayrağı yükseltilmesi için.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yaptığı önemli işlerden biri şuydu örneğin: Sümerbank Nazilli Bez Fabrikası lojmanları vardı, lokalleri vardı. Fabrikalarının yanında kreşler vardı ve tiyatro salonları vardı. Yani o kadar önemliydi ki bunlar… İnsanlar burada sosyalleşebiliyorlar hem de bulundukları şehirde bir sosyalleşme ve kültür alabilme mekanizmalarının kurulduğu merkezler yaratıyorlar. Ne müthiş bir öngörü! Ben bir yere gittiğim zaman ders vermek için, turne vermek için vs. bakıyorum, fabrikaların hiç böyle bir aktiviteleri yok. Bakın bu söylediklerim, 30’lu yıllarda 40’lı yıllarda ve hatta İkinci Dünya Savaşı’na girmedik ama girmiş kadar zedelendik, o dönemlerde yapılan aktiviteler. İstenirse doğru, sistemi doğru mekanizmalar, doğru yürütücüler iş başında olursa bunlar yapılır, yapılmayacak bir şey değil.
Bugün dünya; beyni alınmış, kafası kesilmiş güvercin gibi oradan oraya kendini yalpalıyor. Niye yalpalıyor, işte bundan ötürü yalpalıyor, yani Amerika dünyanın en büyük gücü diyor ama nasıl yalpaladığını, nasıl küçük hesaplar peşinde koştuğunu sergiliyor her dakika. Bence en büyük trajedi yani… Bakıyorum Venezuela’ya, şu anda başkanı olarak oraya oturttukları kuklanın düştüğü durum dünya sahnesinde değil mi? Amerika ne dedi sana; yardım etmem, peki kimi oturttu Venezuela, o adamı değil mi? Ne kadar müthiş, yaşam nasıl bir tiyatro yazarı, dünya nasıl bir sahne… İşte gerçek, bizim sahnede izlediğimiz tiyatro olayı insana dair yaşama dair olayları doğru, akılcı bir şekilde ve teknik olarak da bize sunduğu zaman bizim bunu anlamamamız mümkün değil. İşte büyük yazarların gücü örneğin Brecht’in gücü buradan geliyor. O burjuvalar için yazmamıştır, halk için yazmıştır. Brecht’in tiyatrosuyla ki Brecht doğu tiyatrosundan esinlenerek bunları yazmıştır. Daha o zamanlardan doğunun da ne kadar büyük bir potansiyele sahip olduğunu bilen sezen bir sanatçıydı ve o eserlerin ortaya koydu ve Brecht dün olduğu gibi bugünde yarında kalabilecek bir tiyatro yazarıdır bu nedenden ötürü. Hayatı doğru okumuştur ve onu o bilgiyi pişirip sahneye getirmişti ve bize sunmuştu.
S.K.: Çok önemli şeylerden bahsettiniz. Peki en çok tartışılan başlıklardan birini sormak isteriz. Bildiğiniz gibi yasaklanan oyunlar, işsiz oyuncular, tiyatroya gerçekten ihtiyaç duyanların oyun ücretlerinden dolayı bir türlü salonlara girememesi gibi durumlar var. Ülkemizde tiyatronun, oyuncunun, izleyicinin ortaklaşa bildiği bir durum ortadan kalktı neredeyse. Ciddi bir sıkışma yaşanıyor diyebilir miyiz bu durumda?
G.T.: Pek tabii, bu bir sistem sorunu sisteminin en büyük baktığımız zaman bir reaktör bir atom reaktörü ya da herhangi bir fabrika bile bir yerinde bir küçücük arızadan stop ediyor ve patlıyor yahut işte çalışamaz hale geliyor. Bu bir sistem sorunu dediğim gibi sistemi doğru kuracaksın sistemin yürütücülerini çok doğru seçeceksin ve devamlı kontrol altında tutacaksın. Bakın bugün insanlar televizyon seyrediyorlar. Televizyonla interaktif bir şey içine sokuldu bu insanlar. Ben televizyonda bir takım programları izliyorum ve dehşete düşüyorum. Yani orada küçük a ile büyük a yı yan yana yazamayan toplumumuzun insanı, sosyal medya ile türlü etik dışı davranışlar içine savruluyor. İki çocuklu bir anne kalkıyor bilmem kaç bin kilometre ötede biriyle anlaşıp kaçıyor, yahut işte zeka geriliği olan birisini bilmem kimler alıyorlar ve uyuşturucu ticaretine sokuyorlar anlatabiliyor muyum? Şimdi tiyatronun doğru sanatın karşısında bu sosyal medyası ile bilmem nesi ile bir sürü zırvalıklarla bir bariyeri var, doğru sanata doğru kitaba doğru edebiyata ulaşamama durumu var. Bunlar çünkü kolay tüketilen gıdalar, işte hamburger yahut gazlı içecekler gibi onlara da çok çabuk ulaşabiliyorsun. Oysa daha sağlıklı gıdalara daha zor ulaşıyorsun, daha ucuz olmasına rağmen. Oturuyor klavyenin başına tak tak tak işte bir yere gidiyor işte bilmem ne ile ilişki kuruyor hem burada bir takım politik olayları protesto ediyorlar. Şimdi bahsettiğiniz yasaklamaların altında mesela tanımaz bilmez bu oyuncu ne yapıyor ama o da protesto ediyor çünkü niye bilmem kaç kere o haber tıklanmış bu da tıklayarak kendini bir anlamda politize etmiş hissediyor. Şimdi çok enteresandır ben bir konferansta da buna değinmiştim, tabii insan bazı şeyleri üzerine yoğunlaşırken düşünüyor ve çıkarıyor bunu ve gerçekten. Tiyatro sanatı bir turnusoldur biliyor musunuz? O kadar önemlidir ki. 70 ihtilalinde 80 ihtilalinde ilk defa tiyatrolara dokunuldu, tiyatrolar kapatıldı tiyatrocular gözaltına alındı, Tiyatro Sendikası’nın ilk Türkiye’deki yöneticileri gözaltında tutuldu, yani ilk defa tiyatroya dokunmuştur. Diğer sanat dalları zamanla yasaklanmıştır. İşte, biz tiyatronun -ne kadar fark etmesek de- havadaki oksijen gibi soluduğumuzu bilmiyoruz, fakat şu kadar oksijen değerinin altına düştüğü zaman nefes alamıyoruz ve ölüyoruz onun gibi tiyatronun, sanatın yahut işte bilimle ilişkinin. Yaşamı toplumsal ve dünyasal yaşamımızda ne kadar etkisi olduğunu bu durumlarda anlıyoruz. Şimdi yönetici baskıcı rejimler bunu bilinçli yapıyorlar? Mesela “Şahları da Vururlar” ilk defa yasaklanan oyunlardan biriydi. Şimdi burada da bir takım yöneticiler -ama yöneticilerden önce de izleyici olup da bilincini kaybetmiş yahut savrulmuş güdülen bir kitle var- bu kötülüğü pompalıyorlar. Mesela internete bilmem kaç tane protesto olduğu için bilmem nerenin valiliği de –oyuncuyu, oyunu bilmediği halde- duymuş ki oyun ülkemize zararlı, hemen yasaklanıyor. Demek ki burada da iki sistem görüyoruz bir tanesi bilinçsizce bunu yürüten yönetici kadro ve ahmak bir kitle, tiyatroya hayatında gitmemiş ama ihbarcı, diğeri de gerçekten zor dönemlerde ilk defa bu yönetici kadrolarının refleks olarak tiyatroyu durdurma refleksleri, bu çok önemli. Bakın çok ilginç bir şey olmuştur; 80 ihtilalinden sonra porno filmler de patlama olmuştur. Şimdi bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. Sen tiyatroları kapatıyorsun, tiyatrocuları gözaltına alıyorsun, bir sürü şey yapıyorsun ama Kenan Evren yönetiminde porno filmlere geçit vermiştir. Bunlar garip çelişkiler gibi görünüyorsa da işte sistemin yarattığı durumlardır. Hiçbir şey doğada olmadığı gibi toplumlarda da kendiliğinden öyle doğallığıyla olmaz yani illaki bir neden vardır, neden sonuç ilişkisi vardır. Böyle okumazsak şaşar şaşar kalırız. Çok doğal, o sistem ona yol veriyor. Doğru tiyatroyu kapatıyor ama porno film seyrettiriyor. İnsanlara onun yolunu açıyor. Bunu böyle okursak doğru bir kendimize bakış açısı edinmiş oluruz diye düşünüyorum ben.
S.K.: Çok teşekkür ederiz ne kadar güzel bilgiler paylaştığınız bizimle…
G.T.: Ama bu böyledir alacağım ve vereceğim. Bence dünyanın tek şeyi budur. Ben de bu bilgileri nereden edindim birçok kitaptan edindim. Birçok insan bunları yazıyor çiziyor ama en son belki şunu söyleyebilirim, ne olur kitaplarla ilişkimizi kesmeyelim. Kitaplar bize çok şey verir yani bir tek internetle değil. Rahmetli Uğur Mumcu ile Aziz Nesin’ in bana verdiği iki tane bilgi var ben onu böyle baş tacı ediyorum hiç kaybetmemeye çalışıyorum, çapraz okuma. Rahmetli Uğur Mumcu öğretmişti bana, hem kendi görüşüme uygun politik olarak yahut duygusal olarak yapıma uygun kitapları bir de karşıt kitapları. Yani biz karşımızın beyni ile de düşünmeliyiz ki gelişebilelim. Ben çapraz okuma yapıyorum ve bunun çok yardımını gördüm. Sadece benim gibi düşünen insanlar, sempatik gelen insanlar değil karşıt görüşlerden de onlardan da okudum. En azından neye karşı olduğunu bileyim. Hani birilerinin o kötüdür yanlıştır dediği için değil ben karar vereyim, şu bakımdan buna karşı olmam gerekiyor diyeyim. Ve politikada da böyle değil mi? Bir politik mecraya gireriz, işte birileri bunu oku diyor, hayır efendim karşı tarafı da okuz. Onlarla masaya oturduğun zaman ne konuşacağını bil onların dilini de konuşabil. Anlatabiliyor muyum onun için ben bizi izleyen çok sevgili, çok şefkatle ve kucakladığımız izleyicilerimize bunu tavsiye ediyorum. Rica ediyorum kitap kitap kitap. Yani yaşamın özü oksijen ise yaşamın etiği de gücü de kesinlikle kitaplardan geçer. Kitaplardan asla vazgeçmememiz gerekir. Çünkü bir savaş çıktığında ilk bütün bu dijital ortamlarda ki her şey silinecek gene kitaplar kalacak yazı ve bu tür somut bilgiler kalacak. Diğerlerinin hepsi uçup gidecek
S.K: Ben de o izleyicilerinden biri olarak diğer izleyiciler adına da size çok teşekkür ederim.
G.T.: Herkesi saygı sevgi şefkat ile kucaklıyorum. Bütün dünya ve dünyanın en güzel ülkelerinden biri olan ülkemin, tiyatro ile daha doğru bir tiyatro ile daha fazla buluşma fırsatı yaşamasını diliyorum. Sevgiler
Bu haber en son değiştirildi 27 Mart 2020 13:51 13:51
Hamas yöneticilerinden Sami Ebu Zuhri yaptığı açıklamada en önemli önceliklerinin İsral saldırılarının durdurulması olduğunu ifade…
Erzincan'ın İliç ilçesindeki altın madeni sahasında 13 Şubat'ta meydana gelen heyelanda 9 işçinin hayatını kaybettiği…
İçişleri Bakanlığı’nca kayyum atanan Tunceli Belediyesi Eş Başkanı Birsen Orhan, savcılık sorgusunun ardından tutuklama talebiyle…
Narin Güran cinayetinde amca Salim Güran ve baba Arif Güran'ın araçlarının içinde bulunduğu 5 araç…
Şahin, " Bilinmelidir ki RTÜK sansür kurumu değildir. Anayasamız net bir hükümle sansürü yasaklar" ifadelerini…
Dokuzuncu olağan kongresini gerçekleştiren Saadet Partisi'nde genel başkanlık için Kayseri milletvekili Mahmut Arıkan ile İstanbul…