Ali'nin ölümü ve sermaye iktidarının gerçek yüzü
Henüz 17 yaşında, geçinmekte zorlanan ailesine yardım etmek için bir tekstil atölyesinde çalışıyordu Ali El Hemdan.
Arjin Avcı
Ne kadar daha öleceğiz, ne kadar daha öldürüleceğiz? Ne kadar daha ölümlerimizin arkası bir sır perdesi olarak kalacak? Ne kadar daha gençler, işçiler, kadınlar olarak sömürüleceğiz ve ne kadar daha susacağız, unutacağız?
Bu soruların muhatabı yalnız biz değiliz, bu soruların muhatabı aynı zamanda sermaye iktidarının gerçek, yani kirli yüzüdür.
Henüz 17 yaşında, geçinmekte zorlanan ailesine yardım etmek için bir tekstil atölyesinde çalışıyordu Ali El Hemdan. Adana’nın Seyhan ilçesinde, Sucuzade mahallesinde bir Suriyeli mülteciydi. Molasında sokağa çıkıyor ve geçici koruma kimliği olmadığı için sokakta gördüğü polisten dolayı telaşlanıyor. Ödeyemeyeceği para cezasını yememek için polisten kaçan Ali, önce bacağından sonra kalbinden vurularak hayatını kaybetti. Polisten kaçan Ali, gençliğini ve hayallerini kaybetti.
Evet; haber aslında bu kadar kısa, bu kadar net ve bu kadar çarpıcı bir haber fakat öyle bir yönetimde yaşıyoruz ki ilkinde tüm yandaş gazeteler, haber portalları bunu yalnızca “polisten kaçarken bacağından vurulan genç” olarak lanse etti. Adana Valiliği, bu olayı önce bir kaza olarak ele aldı. Olayın yaşandığı andan itibaren üstü kapatılmaya çalışıldı fakat başarılı olunamadı. Sosyal medyanın gücüyle herkes “Ali’yi öldürenler nerede?” başlığında birleşerek katilin gizlenememesini sağladı.
Hukuki yolların hiçbir sonucunu alamayanların hikâyesi aslında bu. Belki bu etkiyle hepimiz tutuklandığını biliyoruz fakat ya sonrası? Daha yeni görmedik mi infaz düzenlemelerini? Gazetecilerin, yazarların, muhaliflerin içeride olduğunu ama kadın cinayetlerini, uyuşturucu tacirliğini, tecavüzü, mafyatik işlerini, çocuk katilliğini devam ettirmek için gerçek suçluların af yasasıyla serbest bırakıldığını, dışarıda yine cirit attıklarını haberlerde daha yeni görmedik mi? Tüm ciddiyetiyle bunu “Erdoğan Affı” olarak gösterip aklımızla dalga geçenleri daha yeni görmedik mi? En basitinden daha geçenlerde haber olan, af yasasıyla salıverilen babanın çocuğunu öldürmesi… Elbette ki konumuz Ali ve Ali’yle bir nevi aynı kaderi yaşayanlar…
Sermaye iktidarının gerçek yüzü diye haykırıyoruz her seferinde. Belki de Ali’nin ölümünden sorumlu olup tutuklanan polis; yeni af yasalarını düşünüyor, sayılı günlerini şimdiden sayıyordur, kim bilir!
Önemli olanın, gerçek olanın ne olduğu yine belli oldu: Ali’nin ölümü bize üç çerçeve sunuyor. Her bireysel veya çoğunluktan oluşan bir ölümün arkasındaki sorumluya “vicdansızlık” rolü aktararak sadece bu sunacağımız üç çerçeveyi dışa itip gerçeği görmezlikten gelme durumundan başka bir şey sağlamıyor.
Ali; yoksul bir ailenin çocuk işçisi, emperyalist savaşların etkisiyle yurdunda bile yaşayamayacak hâle gelen Suriyeli bir mülteci, sermaye iktidarının bir kurbanı…
Emperyalizm, sermaye ve gericilik üçgeni bize en basit gelen ölümün her anına sirayet etmiştir. Pişkinlik, savcılık ifadesinde “Sokak sıkıntılı olduğu için silahı elime aldım. Silah yanlışlıkla ateş aldı. Elim yanlışlıkla tetiğe değdi. Silahı elime almanın nedeni havaya ateş açmaktı. Sendeleyip düştüğüm için yorgunluk ve Ramazan dolayısıyla böyle bir olay meydana geldi.” diyen polisine kadar sirayet etmiştir. Yönetiminden valiliğine, valiliğinden gazetelerine Türkiye siyasetinin açık bir sorunudur Ali’nin ölümü ve yoksul bir “genç işçi” olarak sermaye iktidarının olağan siyasetine de sirayet etmiştir. Emperyalist politikalara da dahil olan, cihatçı çetelere de yardım götüren, Suriye’nin bölünmesine katkı sağlayan ve bu yüzden Suriye halkının nice Ali gibi insanlarını, çocuklarını, gençlerini yoksulluğa mahkûm eden bir düzenin kemiklerine kadar sirayet etmiştir.
Yeni gerçeklikler değildir bunlar. Her emperyalist savaşın, her sermaye iktidarının açık bir tarihidir. Sorumluları asla değişmemektedir ve değişmeyecektir. Yıllardır çocuklarımız bu nedenlerden dolayı ölmekte, işçilerimiz iş cinayetlerine kurban edilmekte, kadınlarımız emek sömürüsünün en başında yer almakta ve tacize-tecavüze uğramakta. Bu ülkenin ve dünyanın vatandaşları olarak bizi buluşturdukları iki şey var: yoksulluk ve ölüm. Hem emeğimizi hem hayatımızı çalanların tarihi de bizim tarihimiz gibi bir yerde buluşuyor.
Yazımızın başındaki soruya dönecek olursak: Ne kadar daha öleceğimiz, bu düzenin süreğenliğine; ne kadar daha öldürüleceğimiz, onların insafına ya da vicdanına kalmış bir şey değil, bizim hangi safta yer alıp karşısında duracağımıza; ne kadar daha gençler, işçiler, kadınlar olarak sömürüleceğimize, yer aldığımız safın rotasına ve ne kadar daha susup unutacağımızsa bizlerin toplumsal kurtuluşumuz yolunda atacağımız adımlara ve gücümüzü yükseltmemize bağlı. Ali’yi gördüğümüzde, bizim de aynı şekilde kalbimizden vurulmuşa dönmemize bağlıdır, yani bu düzenin istediği insanına karşıt bir insan olarak kendimizi var etmemize bağlıdır.